Çok sonra bir garson başımıza dikilince ayrılmamız gerekiyor. Ama ayrılmıyoruz. Menü istiyor Ozan. Aç değilim desem de kararlı, bana yemek yedirecek. Sen seç diyorum, Çin böreği istiyor ikimiz için de. Kendisine bira söylüyor, canım çekiyor ama kola da karar kılıyorum. İlaçlarım var, Leman ablaya ise verilmiş sözüm.Allah'tan aç değilmişim. Sosuna bana bana yiyorum kızartılmış böreği. O kadar lezzetli ki, yanında garnitür marnitür ne varsa on beş dakikada hüpletiyorum. Bir an Ozan'ın tabağına kayıyor gözüm, fark ediliyorum ve bir ağızdan gülüyoruz.
"Şarkıyı dinlerken ne düşündün?" diyor. Az evvelki suskunluğumuzu kastettiğini anlıyorum. Düşünmek dediği için de, teklifini kastediyor bence ama hiç oralı olmuyorum. Yalan da değil "Canım yolculuk çekti," diyorum.
"Senle arabadayız. Bir yere gidiyoruz, neresi olduğu önemli değil. Camlar açık, hava sıcak. Şarkı da yüksek sesli. Nefes alıyorum derin derin. İyi hissettiriyor." Gülüyorum. "Sanki klip çekiyoruz."
Sırıtıyor. "Yarın olacakları düşünmüşsün," diyor. Omuzlarımı kaldırıyorum. Galiba birkaç gün uzaklşamak bana iyi gelecek, heyecanım bundan. "Ne kadar kalacağız?" diye soruyorum bu kez. "Canımız ne kadar isterse," diyor. Beklemiyorum bu cevabı, şaşırtıyor. Her neyse, "Sen ne düşündün?" diye soran ben oluyorum bu kez. Çünkü aynı suskunluğun içindeydik.
"Dün geceyi," diyor hemen. Sırıtıyor. Dişleri meydanda. Çukurundan bile çok meydanda. Edepsiz. Gülerek eğiyorum başını. "Rüya gibiydi," diyorum bar için alçak sayılabilecek bir sesle.
Bedenini iyice bana dönüp masaya yaslıyor kolunu. Başını da koluna yasladı mı bir parça ciddileşiyor yüzü. "Sevişirken sana öğretmenin gibi mi davranıyorum?" diyor. Biraz kaygılı olduğunu görüyorum. Başımı iki yana sallıyorum önce. Kollarımı yükselttiğim dizlerime dolayıp ona doğru eğiliyorum. "Dün öyle dedim ama o biraz eksik kaldı. Bazen öyle hissediyorum. Sen öğreten, ben öğrenen. Bazen camdan bir eşya gibi hissediyorum. Sen kırmamak için özen gösteren. Ama bunlar kötü şeyler değil. Demek istediğim, her sevişmemizin ayrı bir tadı oldu içimde. Dün geceki hepsinden daha başkaydı. İlk kez senin bir şey yapmanı, söylemeni beklemedim. Çünkü gerçekten rüya gördüğümü düşünüyordum. Bu da hoşuma hitti. Anlatabildim mi?" Hoşnuttu yüzü. "Bundan sonra gıkımı çıkarmam," dedi. "İpler çok yanlış insanın elindeymiş de haberim yokmuş."
Manalı manalı bakınca dudağımı ısırıp başımı eğdim. O ise çenemi tutup kaldırdı. Benim gibi ısırdı dudaklarını. "Hayatımda gördüğüm en güzel manzaraydı," dedi. Neyi kastettiğini anlayınca gözlerimi kaçırdım. Ne diye karıştırıyorsa içimi? Hiç sırası mı? Yalnız olsak, yatakta olsak belki ama ulu orta şey olunca, şey olamıyorum işte. Utandım. Bunu anladı ya! Durur mu?
"Aklımdan çok fena şeyler geçiyor," dedi. Ne gibi diyecekken tuttum kendimi. "Sormayacağım," dedim. "Sormasan da anlatırım ama evde olmalıyız," dedi. Sıcak bastı bana.
Boş boş etrafıma bakınırken "Aklından geçenleri biliyorum," dedi.
"Yarın nereye gideceğimizi düşünüyorum," diye yalan söyledim. Koca bir yalan.
"Neresi var aklında?" diyerek yalanımı bozmadı. -Şükür- Yalana yalan ekledim. "İzmir falan mı?" dedim. "Çeşme falan... Oralara gitmedim hiç, bilmiyorum. Ya da başka bir Ege kıyısıdır herhalde. Deniz olan yakıncacık başka neresi var ki? Denize gireceğiz dedin ya..."
Güldü. O kadar. Sonra "Hadi işimiz var biraz," dediği için kalktık.
Eve gitmemiz kısa sürmedi zira bir sürü dükkâna girdik. Elimizi kolumuzu en çok dolduran kuruyemişçi oldu. Neler almadık ki! Kakaolu fındık, ballı şekerli badem, cheddar soslu kaju, paprikalı Siirt fıstığı, barbekü soslu mısır, Chili soslu fıstık, beyaz leblebi, sarı leblebi, dut kurusu, çikolata kaplı ceviz... Diyetisyenle iş birliği yapmış sanki. Azar azar da almadı; tatlı leblebilerden yarım kiloluk yirmi paket yaptırınca bağırıp çağırmaya başladım. Kolumdan tuttu. "Gittiğimiz yere götürüyorum belki bir kısmını, belki hediye, niye çıldırıyorsun hemen?" dedi.
İşte o zaman, kocaman bir jeton beynimde çalkalana çalkalana karın boşluğuma düştü.
*
Ben Danamandıra'ya gitmek istemedim.
Zira gidersem ikna olmam zor olmayacaktı, bunu biliyordum. Bu yüzden gitmemek için direndim ve başarılı olamadım.
İlk intiba... Danamandıra'daki eve kapının yanındaki saksının altında bulduğumuz anahtarla girdik. Bu benim için en güzel başlangıç oldu çünkü Şavşat'taki evin anahtarı da -kilitlemek gerekirse- kapının önündeki ayakkabının içine konurdu. Bence bir yeri tanımak için edinilecek en iyi fikir anahtarın yeridir.
Ev küçük. Ha Şavşat'taki yaşam alanımızdan farklı mı, pek değil. -Alıcıymış gibi konuşmasana Bahar!- Ozan'ın gönlü olsun diye gittim baktım. Keşke doktor yerine emlakçı olsaymış bu adam. Bir çene, bir çene...
"Salon burası, inanılmaz ışık alıyor. Ben akşamüzeri gezmeme rağmen bürün güneş içerideydi. Bak sabah geldik yine nasıl aydınlık! Şekli biçimi yeterli bence. Koltukları çıkarırız dedi adam ama ben temiz gördüm. Detaylı bir temizlikle kullanılabilir bence. Ha istemezlerse hemen bir takım alırız. Boyası eski değil ama bence komple boyatalım temiz temiz otursunlar. İlle krem falan da yapmayalım, yeterince aydınlık, şöyle hafif yeşilimtırak bir renk bence annenin hoşuna gider. Mantosu gibi. Alüminyum doğramalar çok sağlam. Pencerelere silikon da çekilmiş, asla su falan almaz dediler. Gerekirse elden geçirilir, dert değil zaten bunlar. Şurası yatak odası olur. Küçük ama ihtiyaç görür bence. Aşırı güneş almıyor, uyuması zor olmaz. Diğer oda biraz daha büyük ama yerler laminant değil, fayans. İsterlerse, orayı yatak odası yapalım derlerse laminant yaptırırız. Muhtemelen biz kullanırız odayı geldikçe. Banyoyu seveceksin bence. Fayanslar yeni değil ama hiç bu kadar temiz kullanılmışını görmemiştim. Sadık Amca, yaşayan kadının sadece birkaç yıl kullanabildiğini söyledi. Üç beş sene önce oğlu elden geçirmiş evi ama kadının ömrü bu kadarına elvermiş. Dereye de yakın. Bak şuradan aşağı inince sol yapıyorsun, aşağısı Mandıra Deresi..."
Hiç konuşmadan etrafa bakındım. Ozan ise bir dakika susmadı.
Mutfak özellikle pek hoşuma gitti. Küçük, sade, Şavşat'takinden daha temiz, daha yeni. En güzeli de evyenin üstünde penceresinin olması. Pencere bahçeye bakıyor, az öteden yolu bile görüyor. Bulaşık yıkamak sıkıcı olmaz sanki. Seyret dur dışarıyı. Şavşat'ta bulaşık makinemiz yoktu. Burada da olmaz ilk önce. Sonra alırım ama. Eziyet olmasın anneme. İşe girince. O zamana kadar bulaşık yıkarken de geleni geçeni seyreder herhalde... -Ne diyorum ben?- farkındalığı ile tuvalete bakmadan evden çıktım. Ozan telaşlı adımlarla peşime takıldı. Bu kez bahçeyi anlatıyor bana. Ömrümde hiç ağaç, hiç bahçe görmemiş gibi ona bakıyorum ben de.
Bir yerde sustu. Derin bir nefes alıp "Gidelim artık," dedim. İkiletmedi. Sadece bahçenin demir kapısından geçerken elimi tutup "Bak, şu ağaç," dedi. Dediği yere baktım. Başı buyruk gül ağaçlarının ardında serpilmiş nispeten iri gövdeli ağacı gördüm. Dalları yeşile bürünmüş.
"Senle yaşıt. Dalları elmalarını taşımakta zorlanıyormuş. Kokuluymuş elmaları. Bana seni hatırlattı. Çalışkan, gür saçlı, güzel kokulu. O yüzden Bahar koydum adını."
Derin nefesler aldım. Danamandıra Şavşat gibi değil ama İstanbul gibi de değil. Bir kere İstanbul'da olduğunu unutturuyor insana. Ferah, yeşili bol, gökyüzü parlak. Horoz sesleri geliyor bir yerlerden... Çok dikkatli dinlerseniz derenin sesini de duyabilirsiniz.
Sonra arabaya bindik. Silivri'den çıktık. Ağır aksak İstanbul sınırlarını terk ettik, Tekirdağ, Çorlu... Çilek bahçeleri, çiftlikler, düzlük, yeşillik, boş bir yol. Çok hızlı sürmüyordu Ozan. Müziğimiz de vardı, ağır tondan. Sonra bir benzinlikte durduk. Çiş molası. Oyalanmadık önce. E84 yolundan devam ettik. Ara ara içim geçmiş yolda. Yenice, Hereke, Malkara... Bir yerden sonra yol sağlı sollu sarı beneklerle dolmaya başladı.
Tanımakta zorlandım onları. Henüz benlikleri oturmamış, serpilmemiş yaprakları, yaz güneşinin tadını çıkarmaya hazırlanan ayçiçekleri. "Ayçiçek tarlası mı bunlar?" dedim Ozan'a. Başını salladı. Edirne'ye girişimiz çiçekli bir merasime dönüştü. Ozan müziğin sesini açtı. Peş peşe öyle güzel şarkılar çıktı ki; müziğin ruha iyi gelen tarafıyla şenlendik.
Seden Gürel, "Olmaz dostumu" söylerken parmaklarım bacaklarımda ritim tutuyordu. Galiba klimayı kapatıp camı açışım o zamandı. Onun arkasından geldi Kenan Doğulu.
"Yalnızdım, bunca yıldır yalnızdım. Görmedim ki sımsıcak aşkı, sevgi telaşını, çılgın aşkını. Çaldın sen, büyük bir parça kalbimden. Ağlama sana kızan yok ki tatlım, gerçek aşkı buldum, sen mutlu ol yeter! Sıkı sıkı sıkı sıkı sıkı sıkı sar beni, al gönlüne yine deli gibi yor beni!"
Kanı kaynıyor insanın. Yerinde duramıyor, koca arabaya sığamıyor. Baktım Ozan da yandan yana gülüyor hep! Mavi saçlarımı savura savura şarkı söylemeye başlamışım. Hiç sebep yokken bir benzinlikte durduğumuzda elim böğrümde kaldı. Daha şarkılar söyleyecektim ben. Ozan koşar adım çıktı arabadan, iki kahveyle geri döndü. Elbette tatlı da vardı elinde.
Bu kez tıkına tıkına şarkı söylemeye başladım.
Burak Kut yetişti imdadıma. Bir elimde kahve, bir elimde popkek; dilimde de "Benimle oynama, söyledim sana, şansını zorlama, uğurlar olsun!"
Ozan'ın elleri de direksiyonu davul gibi çalıyordu o sıra. O da camını açtı, rüzgâr bizi nasıl savurdu, nasıl! Onu kim kovaladı dersiniz? Candan Erçetin.
"Bana düştü dünya derdi, usandım Allah'ım, kıyamet mi kopacakmış aman!
Keyif benim köy seninse bunaldım Allah'ım! Alacaksan al canımı hemen!
Hangisi günah, hangisi sevap, karıştırdım aman!"
Nakarat gelince sunroofu da açtık. Yok, sanki kıçım kurtlandı, oturamadım yerime.
"Cehennem de, cennetim de sensin düşünme, ona buna bulunacak bahane yok, yooooooooooooooooooooooooook!"
Tişörtümü bile uçuracaktı rüzgâr. Ozan'ın eli göbeğimi okşayıp durdu ben kuş gibi uçmaya çalışırken. İki yanımız Ayçiçek denizi oldu. Her birine selam durdum, "Merhaba," dedim, "Galiba biz Yunanistan'a gidiyoruz," dedim. "Korkuyorum ama Ozan'a çaktırmıyorum," dedim. Bağıra bağıra söyledim. Ozan da duydu.
Duydu da bir şey demedi. Meğer niyeti başkaymış. Sinsi sinsi düşünüyormuş. Aradığı fırsatı şarkı değişince buldu. Daha ben hangi şarkının çıktığını bile anlamamıştım ki, o arabayı sağa çekti. Hatta buna sağa çekmek denmez, dosdoğru tarlaya saptı. Ben çaresizce koltuğuma geri dönerken "Canın klip mi çekmek istiyordu senin?" dedi. Anlayamadım. Müziğin sesini bütün Edirne'nin duyabileceği kadar çok açtıktan sonra; gülerek indi arabadan. Elinde de kahvesi.
O sırada Haluk Levent isyankâr sesiyle şarkıya girmişti.
"Keşke seni tanımamış, keşke sevmemiş olsaydım. Zincire vurulmuş gibi, of! Sana bağlı kalmasaydım!
Aşkın mahpushane, içinde ben mahkum, saçların parmaklık, gözlerin gardiyan oldu!"
Ozan ne mi yapıyordu o sırada? Klip çekiyordu. Valla. Yemin olsun. Bağıra bağıra şarkı söylemelerini bir kenara bırakıyorum; arabadan inip güneş gözlüğüyle kahvesini kaputa bırakması; nakaratta tişörtünü çıkarıp kollarını havaya kaldırması, telefonunu mikrofon gibi kullanması... Nereden bakılırsa bakılsın adam şovmen! Tam bir şovmen. Tam bir artist. Tam bir manken, tam bir gönül hırsızı, tam bir... Anasının gözü!
Ben mi... Önce şaşkınlıkla, sonra gülerek, daha da sonra keyifle izledim onu. Hatta araba dar geldi, yerime sığamayıp indim. Kaputa attım benim küçük çanağı, yetmedi bağdaş kurdum. Yanımda da kahvem. Ozan konser verdi, ben de bana özel şovların tadını çıkardım. Ayçiçekleri de alkış tuttu bize. Öyle ki gaza gelen Ozan sonunda sallayıp durduğu tişörtünü de bana fırlattı. Âşık neredeyse göğsünden uçup gidecekti. Öyle bir klip oldu bizimki. Çekeni, kaydedeni yoktu elbette ama ayçiçekleri görüyordu.
Şarkı bittiğinde gülmekten karnım ağrıyordu. Ama Ozan durur mu? Durmadı.
Levent Yüksel'di sıradaki.
"Ten beyaz saç kızıl güller, kahkahasında bülbüller; kirpiği kapkara tüller, ben o afete vuruldum!
Göz değil nakış mübarek, bendeki aşk değil ibadet, elleri sevdi nihayet; ben ebedi saadetten kovuldum!"
"Hah!" dedim şarkı başlayınca. "Şimdi ne yapacaksın, göster bakalım!"
"Sen bu klibi hiç izlemedin galiba!" diye karşılık verdi yarı çıplak haliyle bana doğru yürürken.
Ama yürüdüğü ben değilmişim, tuttu bagajı açtı, oyalandı birkaç saniye; sonra kasket şapkasını takarak örttü bagajı. Sonra mı? Sonra aldı başını yürümeye başladı tarlaya doğru.
Ardından "Nereye gidiyorsun?" diye bağırdım.
Ne dese beğenirsiniz; "Senin Allah'ın yok mu?" O da yetmedi "Zalim!" dedi bana.
"Avare oldum, serseri oldum terki diyarda zalim! Senin Allah'ın yok mu?"
Allah'tan sesi güzel değil de bu artistliklerini hoş görüyorum. Yoksa bunun kıçını gökten indiremeyiz he! Neyse ki Allah vuracak öküze boynuz vermezmiş. Zahmet edip arabadan inmedim, o da volta atar gibi atarlı atarlı geri yürüdü tarlanın başından. Kendini Levent Yüksel sandı zaar.
O değil, tarla bağ bahçe sahipleri görse ne yapıyor bu çocuk, sapık mıdır der. GQ kapağı çekiyor sanki; üstü çıplak, kafasında şapkası... Kim inanır doktor olduğuna?
Yanıma sokuldu. Yüzü gülüyordu, benimki belki ondan da çok gülüyordu. Küçücük ama ıslak bir öpüşten sonra iki eli iki bacağımı tuttu; burnu burnuma yaslandı, "İyi misin?" dedi bana.
Burnumdan bir soluk aldım. Başımı salladım. "Düşünüyorum sadece," dedim. Dip dibeyken birbirimize bakıyorduk, şaşı beş gibi. Belki de komiktik; bir soluk çektim içli içli.
"Annemler buraya gelirse artık Şavşatlı olmaz mıyım?" diye sordum Ozan'a. Cevap vermedi. Ne duymak istediğimi bilmiyordu bence, susması bundandı.
"Biliyorum bin kere oradan nefret ettiğimi söylemişimdir ama... Benim derdim Şavşat değildi. Aksine severim ben Şavşat'ı. Şavşatlı olmak şey değildi benim için..."
Susmayı sürdürdü. Bense kendimi izah etme çabasını.
"Ne bileyim bir yerlerde konusu açıldığında Artvinliyim ya da Şavşatlıyım demek hoşuma gidiyor benim. Eskiden başkaydı belki ama şimdi başka. Tamam, bok gibi günlerim de oldu ama Şavşat'ın suçu ne? Hem benim güvenli bölgem bile orada."
Anlamayarak baktı. "Ben sana oradan bahsetmedim tabii. Orası dediğim de aslında hayal gibi ama gerçek de. Leman abla gösterdi. Daha doğrusu öğretti. Kötü hissettiğim zaman kaçtığım, nefes aldığım bir yer. Kafamda. Kafamda ama haritada nerede dersen, Cin Dağında. Göl kenarında. Dünyanın en güzel yeri. Sen de varsın hem orada... Ama çıktın mı o dağa dersen hayır. Ne biçim Şavşatlı olmaksa bu... Ama şimdi..."
Baktım gözlerinin içine, o da bakıyordu. "Annemler buraya gelirse hepten terk etmiş olacağım Şavşat'ı."
Gülümsedi Ozan. Elleri bacaklarımı sevdi.
"Artık orada yaşamıyorsun diye Şavşatlı olmaktan vazgeçemezsin. Öyle olsa ben nasıl İskeçeli olayım?"
"Ama seninkiler orada. Yani babaannenle deden. Hâlâ orada yaşıyorlar. Ben de annemler orada yaşıyor diye Şavşatlıyım derdim. Şimdi daha Şavşat'ı bile adamakıllı gezip görmemişken, Cin Dağına çıkmamış, suyuna ayaklarımı bile sokmamışken, orayla bağımın kopacak olması beni biraz tedirgin etti."
"Bir kere Şavşat'ı gezmek bizim için bir seçenek değil, mecburiyet. Bana Nazlı'yla koşturduğunuz tepeleri göstereceksin. Bulduğumuz her suya gireceğiz. Uzak bir gelecekten bahsetmiyorum ha. İstersen döner dönmez gideriz. Diğer söylediğine gelince. Büyükannemle dedem bir gün bu dünyadan ayrılacaklar." Gözlerine baktım. Gamzesi derin değildi ama oradaydı. "Ama ben onlar gittikten sonra da İskeçeli olacağım."
Dudak büktüm, düşündüm, sustum. Bir elim onun göğsündeki Âşık'ı sevdi. Kızarıktı dövme yatağı. "Çantamda krem var, getirir misin?" dedim. İkiletmedi arzumu. Ben göğsünü kremle ovalarken o yine beni güldürmenin peşindeydi.
"Mutlu olacaksan altımdakileri de çıkarayım?" deyince gözüm birkaç saniye için kot pantolonuna kaydıysa bile bunu ona çaktırmamak için kamyonetin üzerinden yağ gibi yere aktım. "Hadi hadi!" diyerek Ozan'ın kıçına vurdum ve şoför mahalline doğru yürüdüm.
"Topla şu artistliğini de yanıma otur. Sana araba nasıl kullanılırmış göstereyim!"
*
Hayatım boyunca dört kez Amerika'ya gittim. Bir kere de Finlandiya'ya. Elbette uçakla. Hiç kara sınırları üzerinden ülke değiştirmedim. Uçakla yolculuk yapınca insan ülkeyi terk ettiğine daha bi' inanıyor. Arabayla olunca Türkiye'den çıktığımızı bile anlamadım. "İpsala" tabelaları önümüze çıkmaya başladığında hatta "Yunanistan" kelimesiyle göz göze geldiğimizde bile "Emin misin?" diye sordum Ozan'a. "İzmir'e falan gitmiyoruz yani?"
Tişörtünü giymeden oturuyordu yanımda. Aslında bir ara "Giysene şunu," dedim "Yok!" dedi "o" harfini uzatarak. "Bitti o giyinmeler. Hiçbir kuvvet beni memleketimde giydiremez."
Gören de diyecek ki ne büyük işkenceler çekmiş Türkiye'de. Ne yapmışlar, giydirmişler, peh peh!
Hayır, bir de gittiğimiz yeri çıplaklar kampı olarak bellememe neden oldu. Gümrüğü de öyle geçti biliyor musunuz? Direksiyonda ben vardım, pasaportlarımızı memura ben uzattım, sevimli surat bir adamdı; bize "Yolculuk nereye?" dedi. Ozan'a baktım. Ancak o söylerse ikna olurdum. "İskeçe," dedi Ozan. Kalbimden binlerce kelebek aynı anda havalandı. Gökyüzü kelebek cumhuriyeti oldu.
Mavi beyaz bayrağın dalgalandığı polis gişesine vardığımızda Türkiye bize "Güle güle" dedi. Ve Yunanistan kendi diliyle "Hoş geldiniz!" Bildiğim bir dil! Avaz avaz "Ben Yunanca biliyorum," demek istedim. Polis tek bir şey sorsun diye kulaklarımı dört açtım da, koca bir hayal kırıklığı oldu... Pasaportlarımızı uzatmam ve geri almam on saniye falan sürdü. Kimse bize bir şey sormadı, oysa konuşacaktım, heyecanlıydım...
"N'oldu?" dedi Ozan yüzümde her ne gördüyse. "Hiç," dedim. Ardından da ekledim... "İnsan birkaç şey sorar. Hırsız mıyız, dolandırıcı mıyız, niye geldin, bu adam neden çıplak falan der."
Nasıl kahkaha attı, nasıl! Sonra durdu ve "Γιατί ήρθες?" dedi. Cevap vermek zor değildi de Ozan'ın Yunanca konuşması nasıl bir şey biliyor musunuz? En sevdiğiniz şarkıcının çıplak sesinden en sevdiğiniz şarkıyı dinlemek gibi. Sadece dinlemek istiyor insan, cevap vermek ve hatta anlamak bile önemli değil. -Yapma Bahar anlamak için gitmedin mi kursuna? Sus, sus, sus."
Arsızlık değil mi? "Πώς μπορεί ο άντρας δίπλα σου να είναι τόσο όμορφος" dedi. Söylediğini tam anlayamadıysam bütün dikkatimi yitirmiş olmamdandı. Zira kenara çekip sadece Ozan'ı dinleyebilirdim. Nitekim azıcık ilerideki gişede durduğumuzda biraz önce beklediğim Yunanca sorulardan biri geldi ve ben anlamadım. Ne rezillik! Polis bir şey dedi ve ben öylece yüzüne bakakaldım. Benim şaşkın halime gülen Ozan ise güneşlikten ruhsatı indirip adama uzattı. "Ehliyetini de verir misin?" dedi bana. Ben direksiyonda oturduğuma bile lanet ettim. Özgüvenine tüküreyim Bahar! Ah Bahar!
Ben hayatı sorgularken Ozan gümrük memuru adamla karşılıklı şarkı söylüyordu. Bildiğim kelimeleri bile unuttum! Sonra Ozan arabaya döndü, haza bas dedi ve geçtik. Bomboş bir yoldu önümüzdeki. Ozan'ın ağzına nasıl sinek kaçmadı bilmiyorum. Çünkü hep açıktı o mübarek ağız. Bense en fazla birkaç kilometre sonra arabayı kenara çekip indim. Ne haddime Yunanistan'da araba kullanmak. Ozan kullansın, bana ne. Hem benim asli vazifem gözlemek. Her şeyi gözlemek ve kalbime yazmak.
Bu arada İskeçe'ye gitmek beni oldukça korkutan bir şeydi. Ama heyecanı ve mutluluğu ya da tarifsiz hisleri öyle çoktu ki; korku aralarında bir yerde kayboldu. Sonra geçtiğimiz o yollar...
Aynı kavaktan bizde de var. Aynı tarlalar. Hatta bizde ayçiçekleri var, onlarda yok. Cam açıktı, içeri bir arı girdi. Aynı arıdan bizde de var. Tarlalarda tek tük insan gördük, insanların tipleri aynı bizim insanımız. Evet, biliyorum alt tarafı bir sınır geçtik, aya gelmedik. Ama demek istediğim her şey o kadar aynıydı ki!
Elim Ozan'ın eliyle viteste buluştu. "Aynı her şey," dedim. O elimi öpmeyi tercih etti.
"Herkes Yunanca konuşacak, değil mi?" dedim. Güldü.
Kendimle konuşur gibi konuşmayı sürdürdüm. "Ben geçen hafta kur atladım, biliyor musun? Yani aslında anlıyorum sorulanları. Sadece biraz pratik eksiğim var. Zamanla şey olur tabii ama biz o kadar kalmayız burada. Döneriz değil mi pazartesi günü? En kötü ihtimalle İngilizce konuşurum. Bilirler herhalde değil mi? Aman. Niye konuşayım ki ben? Sen halledersin, ben susarım. Hoş, evde oluruz değil mi? Ne kadar dışarı çıkacağız sanki? Dedenler Türkçe konuşuyor ama değil mi?"
"Yoo," dedi Ozan. O zaman sustum. Yüzüne baktım. "Neyce konuşuyorlar?" dedim. Aptallığa bakın hele. Bin kere konuşmadıysak bu konuyu ne olayım... Elbette Türkçe konuşuyorlar, biz bunlardan ne çok bahsettik de heyecan öyle bir menem ki adını unutturur insana.
Ozan saçlarımla oynadı. "Özledim sarısını," dedi. Bayrak mavisiydi benimkiler, bir şey demedim, camdan dışarısını gözledim. "Alexandroupoli" tabelasını görüyorduk devamlı. "Burası neresi?" dedim "Dedeağaç," dedi. Öyle olunca tanıdık geldi isim. Sonra "Komotini" ile burun buruna geldik. "Gümülcine," dedi Ozan. Bakın o da tanıdık geldi. Arka komşumuz gibi.
Ondan hemen sonra "Xanthi," göz kırptı bize. Ozan'a baktım. "İskeçe," dedi. Sınırı geçerken göğe yükselen binlerce kelebek doğurmuş! Yüz binlercesi gökyüzünü doldurmuş, birer birer ve hızla kalbime düştüler. Yüksekten aşağı inmenin ivmeli coşkusu içime doldu. Altı harf içime aktı aktı, su içinde kaldım. İskeçe, İskeçe, İskeçeli!
Ter aktı her yanımdan. Ozan'ın bir eli enseme dokundu, "Terlemişsin," dedikten hemen sonra daha ben cevap veremeden "İstersen sen de soyun," dedi. Böyle bir edepsizle iki yaşlının yanına gitmek ne derece doğru inanın şüpheye düştüm. Ben de edepsizim ama günün mahrem saatlerinde ve baş başayken. Bu adam hep edepsiz, hep! Bir de çıplak.
Bir süre kendisiyle konuşmamaya karar verdim. Sadece etrafı gözlemek istedim. Yeşildi tepeler. Evet, sınırdan uzaklaştıkça düzlükler tepe oldu. Köyler küçük, derli toplu. Çeşmeler var. A evet! Köy var. Bizimkilere benziyor. Hadi, az daha bakımlısı. Gibi gibi. Tuhaf gelen; geçtiğimiz köylerde genellikle bir cami minaresi ile yolun karşısında kilise kulesinin birlikte yükselmesi. Öyle. Sokağın bir yanında cami, bir yanında kilise. Dedem olsa, her kilise görüşünce tükürürdü. Kahvehanede kilisenin yıkılmasını sinsice organize eden bir güruh varsa, hah işte orada olurdu. Acaba öyle bir güruh var mıydı burada?
Açık camdan kolumu ve başımı sarkıtarak gözlemlerimi sürdürüyordum. Bacağımda çoğunlukla Ozan'ın eli vardı, bu beni rahatlatıyordu. Yollar pek güzel değil, altımızda suv olmasına rağmen zıplaya zıplaya gidiyorduk. Bir gidiş, bir geliş asfalt. Yeşilden kısıp yol yapmamışlar. Sonra köyden büyük, şehirden küçük bir vilayetten geçerken Ozan aniden fren yaptı. Başını camdan çıkarıp bir marketin önünde gördüğü adama şarkıyı andırır sesiyle selam verdi. (Bu kadarını anladım, şükür.) İskeçe'ye geldik diye ödüm koptu. Çünkü tabelalara göre henüz on iki kilometre vardı.
Adam Ozan'a hoş geldin, dedi. (Yunanca) Ozan duyamadığım bir şeyler ilave etti, sonra adam, Ozan, adam... Uzaylılara bakıyor gibiydim. Kaç kere topla kendini Bahar dedim emin değilim. Heyecan endişeye dönüşürken Ozan'a "Dedenler benim şeyi biliyorlar mı?" dedim. Ne hatalı, ne saçma, ne olmayacak cümle ama! Başkası olsa anlamaz. Ozan "Ck," dedi. Yola bakıyordu, ciddiydi. Sonra bana dönüp gülümsedi ve "Dünya üzerinde en rahat olabileceğin yerdesin. Burada hiçbir şey için kaygılanma," dedi.
Alnıma serin bir el değmiş gibi oldum. İskeçe sınırlarına el ele girdik. Küçük bir trafikten geçerken zihnimde henüz İskeçe'yi tanımlayamamıştım. Apartmanlar gördüm. Küçük bir şehrin kapısını mı çalıyorduk? Merkeze sapacağımızı sandım ama öyle olmadı. Evlerin müstakile döndüğü, bahçelerin büyüdüğü, yeşilin betondan üstün olduğu bir yoldan sağa saptık. Bir gidiş bir dönüşlük ana yolun talisine girdik. Yine bir gidiş, bir geliş. Bir yanda kilise, bir yanda cami. Ozan soldaki evlerden birinin bahçe kapısına yapıştırdı kamyoneti. Kontağı kapattı, yüzüme baktı. "İskeçe şubemize hoş geldin!" dedi.