Senaryosu Laeta Kalogridis tarafından "Mystic River"ın da (2001) yazarı olan Dennis Lehane'nin aynı isimli romanından (2003) uyarlanarak kaleme alınan “Shutter Island”, büyük usta Martin Scorsese'nin yönetmen koltuğunda oturduğu 138 dakikalık süresine rağmen merak ve ilgiyle izlenerek tamamlanan sürprizlerle dolu, parçacıklarının içinde bulunduğu orijinal kutusunu görmediğiniz için finalde karşınıza nasıl görüntünün çıkacağını bilemediğiniz bir "puzzle" gibi...
İşin daha da iyisi, insanın içini daraltan karanlık ve kasvetli atmosferinin yanı sıra bir türlü dinmek bilmeyen yağmuru ile Scorsese'nin filmi Lehane'nin romanına sadık kalarak "neo - noir" tarzda kurgulamış olması...
Haydi gelin başlayalım...
Boston Harbor Adaları, 1954...
"Su" ile arası pek hoş olmayan adli polis Teddy Daniels (Leonardo DiCaprio) ve yeni ortağı Chuck Aule (Mark Ruffalo), tedavisi zor akıl hastalarına ev sahipliği yapan Ashecliffe Hastanesinin bulunduğu adaya doğru yol almaktadırlar...
Şu "su" olayını lütfen aklınızın bir köşesinde tutun...
Zira ileride bulmacanın çözümünde işinize fazlasıyla yarayacak...
Neyse devam edelim...
Kendilerini adada, üç farklı bloktan oluşan hastaneye götürmek üzere yardımcı gardiyan McPherson (John Carroll Lynch) ve gerginlikleri Teddy'nin gözlerinden kaçmayan ekibindeki silahlı gardiyanlar karşılar...
Girişte silahlarını teslim ettikten sonra Dr. John Cawley'in (Ben Kingsley) yanına götürülürler...
Yolda zincirlere vurularak bahçe işlerinde çalıştırılan hastaları da görürler...
Dr. Cawley'in yanına vardıklarında ikilinin, son yirmi dört saat içinde kimselere görünmeden tesisten kaçmış olan Rachel Solando (Emily Mortimer) için adaya geldiklerini öğreniriz...
Ki anlatılanlara göre bu Rachel, üç çocuğunu da evinin arkasındaki gölde teker teker boğarak öldürmüş olan bir cani olup son derece tehlikelidir...
Ancak aynı Rachel, çocuklarının öldüğü gerçeğini reddederek tesisteki odasını evi olarak kabul etmenin yanı sıra etrafındaki herkesi sütçü, postacı vs. gibi insanlar olarak addetmektedir...
Yani tam anlamıyla kafasında yarattığı bir hayal dünyasında yaşamaktadır...
Üstelik tüm aramalara karşın adanın hiçbir yerinde bulunamadığı gibi parmaklıklı penceresi ve kilitli kapısı olan odasından nasıl çıktığına da akıl sır ermemektedir...
Hep birlikte odasına gittiklerinde Teddy, yerdeki gizli bir bölmede Rachel'ın yazdığı çok "özel" bir not bulur...
Yetmez, yedi görevlinin poker oynadıkları yemekhanenin içinden geçerek kaçmış olduğunu da duyunca Dr. Cawley'e, bütün personel ile görüşmek istediklerini söyler...
Yemekten sonra hepsi bir araya toplanarak sorgulanır...
Anlaşıldığı kadarıyla zayıf halka, yapmaması gerektiği halde nöbet yerini terk ederek tuvalete gitmiş olan Glen Miga'dır (Joseph Sikora)...
Bir de Rachel'ın psikiyatristi olan Dr. Lester Sheehan'ın (sürpriz) adı gündeme gelir...
Ama o da sabah feribotla adadan ayrılarak izine ayrılmıştır...
Hava koşulları nedeniyle kendisine telefon ile de ulaşılamamaktadır...
Teddy ve Chuck akşam Dr. Cawley'in saray yavrusunu andıran evine gittiklerinde personelin dosyalarını görme isteklerini reddeden Dr. Jeremiah Naehring (Max von Sydow) ile de tanışırlar...
Bunun üzerine asabı çok bozulan Teddy, ertesi sabah adadan ayrılma kararı alır...
Fakat rüyasında gördüğü karısı Dolores (Michelle Williams) Teddy'i, "Rachel adadan hiç ayrılmadı ve işin içinde (kendisinin dumandan boğularak ölümüne yol açan) 'kundakçı' Andrew Laeddis'in de (Elias Koteas) bulunduğu" şeklindeki uyarısının ardından fikrini değiştirir...
Ve her biri ayrı birer vaka olan Rachel ile aynı terapi grubundaki hastalarla tek tek görüşmeye başlarlar...
Ezberletildikleri şeyleri anlatan hastalardan Bridget Kearns (Robin Bartlett), kaşla göz arasında bulduğu bir fırsat esnasında Teddy'nin not defterine"KAÇ" diye yazar...
Derken...
Teddy Chuck'a, Nazi toplama kampı Dachau'yu özgürleştirdiklerinde SS'lere yaptıklarını itiraf eder...
Tabii adaya geliş nedeni ve ada da yürütülen çalışmalara ilişkin tahminini de...
Bütün bunlar yaşanırken birdenbire, çok kısa bir süre önce sırra kadem basmış olan Rachel'da sapasağlam olarak ortaya çıkıverir...
Dakika 52...
Yalnız halen, her yanı çıkmaz sokaklarla dolu bir labirenti andıran bir "puzzle"a benzettiğimiz filmin hikayesinin nereye varacağını kesinlikle öngöremeyecek ve bir tahminde bulunmaya kalktığınız anda da yanılarak hüsrana uğrayacaksınız...
Bu durumda ne mi yapmanız gerekecek?
Elbette ki, filmi tamamlamak...
Emin olun Leonardo DiCaprio'nun şahane bir performans sergilediği film bittiğinde, "izlediğime değdi" diyeceksiniz...
Keyifli seyirler,