Ekşi sözlük yazarı disibalporsugu'ndan alıntıdır. Filmle ilgili izlenimleri için buyrunuz:
türkiye’de son 50 yıl içerisinde geliştirilen liberal politikalar, küçük sanayiyi içten içe eritirken, yerel işletme ve fabrikalar kapanmaya ya da işçi çıkarmaya başlamıştır. yusuf’u istanbul yolculuğuna çıkaran da bu dönemde çalıştığı fabrikanın kapanması, yaşadığı işsizlik ve uzaklarda, gemilerde iş bularak para kazanabilme umudu olmuştur. o, mahmut’a “biz de senin gibi dünyayı dolaşalım biraz ya” derken, hem uzak diyarları görebilme fikrinin onu ne kadar cezbettiğini yansıtmakta, hem de ödemelerin dolar üzerinden yapıldığını öğrendiği için türkiye’de yaşanabilecek ikinci bir krize karşı kendisini ve para yollamak zorunda olduğu ailesini korumak istemektedir. kasabasından bu amaçla yola çıkan yusuf, köyden uzun zaman önce ayrılıp istanbul’da reklam fotoğrafçılığı yapmakta olan mahmut’un yanında kalacaktır.
evine gelen yusuf’a karşı soğuk ya da sıcak bir tepki vermeyen mahmut, yalnızca dalgın ve tepkisizdir. ilk günden geleceğini unutarak yusuf’u apartman içinde saatlerce bekletmesi de bu dalgınlığın ve tepkisizliğin bir yansıması olarak görülmektedir. yusuf’a gelir gelmez evin kurallarını sıralayan mahmut, onu kendinden mümkün olduğunca uzak bir odaya yerleştirir ve ziyaretinin ilk günlerinden itibaren ne zaman gideceğini öğrenmeye çalışır. yusuf’un iş arama süreci, dönemin ekonomik krizinin yansımalarını gözler önüne sererken, sürecin uzaması mahmut’u sinirlendirmeye başlar. normal koşullarda iki insanın ancak bir süre bir arada kaldıklarında birbirine ısındığı ve ilişkilerinin samimileştiği düşünülecek olursa, mahmut’la yusuf’un bu gidişatın tersi yönde ilerleyen ilişkisi ve birbirlerinden gitgide daha da soğumaları, modern düzende birey ilişkilerini yansıtan güzel bir örnektir:
yine zizek'ten bi örnek vermek gerekirse:
"gerçek içinde dolaysız bir temas kurmak olacak şey midir? gerçek ötekiyle kurulan temas bünyesi gereği kırılgandır. öteki’ne sahiden uzanma her an ötekinin mahremiyet alanına şiddetli bir tecavüze dönüşebilir. en iyi anlatımını henry james’in başyapıtlarında bulan toplumsal etkileşim mantığı, bu müşkül vaziyetten bir çıkış yolu sunar gibidir. inceliğin hüküm sürdüğü, insanın duygularını açıkça ortaya sermesinin en büyük kabalık olarak görüldüğü bu evrende, her şey söylenir, en acılı kararlar verilir, en hassas mesajlar iletilir – gelgelelim bütün bunlar resmi bir konuşma kılığına bürünerek gerçekleşir. muhatabıma şantaj yaparken bile bunu yüzümde nazik bir gülümsemeyle, ona çay ya da kek ikram ederek yaparım" (kırılgan temas'ta diyor bunu sayfa 7)
mahmut, yusuf’la karşılaşma anından itibaren tek derdi evden ne zaman gideceğini öğrenmektir. ancak bunu son derece doğal ve resmi görünen bir şekilde yapar. mutfak sohbetleri, evde birlikte televizyon izlemeleri, yusuf’un mahmut’a köyün halini anlattığı karelerde birbirleriyle bir iletişim söz konusudur. mahmut modern birey kalıbına uygun bir şekilde, bu uygunsuz ziyaret ve misafiriyle tüm diyaloglarını ‘resmi konuşma kılığına bürünerek’ gerçekleştirir. oysa mahmut’un ziyaretinin uzaması bu maskeyi düşürecek, zaman ilerledikçe resmi görünümlü diyaloglar yerini ‘mecburen’ mahmut’un gerçek duygularını ortaya koymasına sebep olacaktır. düzenin dayattığı tavır ve tutumlar, bireyin kendini hapsettiği özel alanın içinde yeterince uzun süre dayanamamakta, bu davranışların altında saklanan, modern toplumda kabul görmeyen fikir ve davranışlar er geç su yüzüne çıkmaktadır. bu örneğin, modernizmin anti-hümanist doğasını ortaya çıkardığı iddia edilebilir. çünkü mahmut’un benimsediği ilkelerin onu gerçek ve insani tepkiler vermekten uzaklaştırdığı, verili tavır ve davranışlara göre hareket etmeye yönlendirdiği görülmektedir. dolayısıyla, bu sahte tutumları benimsemekten ve resmi bir biçimde duygularını ifade etmeye çalışmaktan yorulan mahmut’un, yusuf’un ziyaretinin bir haftayı geçmesiyle birlikte gün yüzüne çıkan öfkesi, kendini gizleme çabasının yarattığı yorgunlukla da gerekçelendirilebilir.
yusuf’un ayak kokusu, ortak alanlarda sigara içmesi gibi diğer pek çok detay da mahmut’un yusuf’un gitmesini bekleme sürecini zorlaştırmaktadır. elbette bu rahatsızlıklar, yusuf’un mahmut’un kibirli yalnızlığına olan müdahalesi ile daha fazla ilişkilidir. zizek’in kırılgan temas kavramını anımsatan bu etkileşim, belki de mahmut’u gerçeğin çölüne yaklaştırmakta, onu huzursuz etmektedir. hitler’in yaralı nazi askerleriyle karşılaşması ile örneklendirilen bu olgu, mahmut’un yıllar önce çıktığı ve artık uzak olduğu o kasabadan gelen davetsiz misafirle benzerlik gösterir. belki de mahmut’un yapayalnız yaşamında korktuğu şey de bu karşılaşmadır ve dolayısıyla “kendi gerçekliğine bu şekilde tecavüz edilmesi” onu tıpkı hitlerin yaptığı gibi karşı tarafa elini uzatmak yerine perdeleri kapatmasına sebep olmuştur.
mahmut, eski idealleri ile çelişen bir işte çalışmakta, bir seramik şirketi için fotoğraflar çekmekte, onu sanatsal ideallerinin çoğundan ayıran bu yolda günlük yaşamın rutinleriyle meşgul olmaktadır. yüzünde en çok hissedilen his ‘hissizlik’ olan mahmut’un yaşantısı; başarısızlıkla sonuçlanmış bir evlilik, şehrin göbeğinde yalnız bir yaşam, küçük (tek kişilik) bir araba ve bir fotoğraf makinesiyle yapayalnız ve tepkisiz bir insan görünümü vermektedir. mahmut tipik bir kentlidir. tüm yaşamı belli bir düzen içerisinde ve kestirilebilirdir. işlerini hangi odada ne zaman yapacağı bellidir, istanbul’da gittiği mekanlar ve hatta oralarda oturduğu masalar bile genellikle değişmez. modernizmi yansıtan bu açıklık ve düzenlilik duygusu mahmut’un tüm yaşamına hâkimdir. dolayısıyla yusuf’un hayatına getirdiği düzensizlik duygusuna karşı alacağı tutum var olan düzenini korumaya yöneliktir.
yusuf öngörülemeyenin pis havasını ortaya saçan ayak kokusuyla ve bir türlü netleştiremediği iş durumuyla mahmut’un hayatına modernliğin müphemliğinin bir temsilcisi gibi dalacaktır. mahmut her gün sıraladığı kurallarla yusuf’a karşı kalkanlar oluştursa da bazı şeyleri, örneğin ayak kokusunu giderememektedir. koku insan doğasına özgü, diğer rahatsızlıklar kadar çabuk giderilemeyecek bir şeydir. mahmut geldiği yerde ayakkabılık olmayan yusuf’un ayakkabılarına sık sık parfüm sıkar ve ayakkabılığa kaldırır. hissettiği tiksinti yüzünden ve hareketlerinden belli olmaktadır. bu hareketleri yaparken mahmut’un izleyiciye hissettirdiği bir diğer duygu ise tiksindiği şeyin yalnızca ayak kokusu değil, çok uzaklarda kalan geçmişi de olduğudur.
bir zamanlar yusuf’la aynı köyde olduğu gerçeği ile çelişen bir şekilde mahmut, ‘düzenin ötekisi’ olan yusuf’a bambaşka bir ülkeden gelmiş gibi bakar, onun tüm tavır ve davranışlarına yabancıdır ya da öyle görünür. çünkü o geçmişi, kim olduğunu, genel olarak var oluşunu unutmuştur ya da unutmaya çalışır. her şeyi geride bırakmıştır. geçmiş onun için artık ‘uzak’tır. böylece ‘modern’ olmayı başaran mahmut yalnızdır ancak bu duruma dair bir yorumu, tepkisi ya da var olan durumu değiştirme çabası yoktur. yani filme yansıyan ana duygunun anlam arayışı değil, aksine arayıştan vazgeçme ya da kayıtsızlık olduğu iddia edilebilir ki bu yorumlama bizi modernizm eleştirisine yeniden yakınlaştırır. düzen ve durmaksızın ilerleme tutkunu olan modernizmin büyüsü bozuldukça, modern bireylerin bunalımının gitgide daha da fazla gün yüzüne çıkmaya başladığı iddia edilebilir. mahmut’un temsil ettiği modern akıl, yusuf’un kendiliğindenliğini ve içtenliğini yadırgamaktadır. modern birey mahmut, “saydam bir aydınlanma evreninin” içinde yaşar gibi görünmektedir. tıpkı diğer modern bireyler gibi o da kendisini adeta bir fanus içinde saklanmaktadır. mahmut’un evi, küçük arabası, gittiği belirli mekânlar onun modern dünyasının sınırlarını oluşturmakta, mahmut, düzenini bozacak her türlü tehditten uzak bir yaşam sürmeye çalışmaktadır. ancak yusuf’un gelişi bu evreni ortadan ikiye bölmüş, en önemli sığınağı olan evi ‘istila edilmiş’tir. mahmut’un film boyunca yusuf’un varlığına olan tahammülsüzlüğü, yaşadığı evin öneminin boyutlarını aktaran bu benzetmeyle daha kolay görülebilir. film boyunca yusuf, genellikle dış mekanlarda görülmekte, iş aramakta, sokaklarda yürümekte, hatta evdeyken bile balkondan dışarıyı izlemektedir. o bir çocuk gibi dünyayı izlemekten, kendisine uzak olan bu şehri keşfetmekten haz duyar. bu yalnızca yusuf’un kente yeni gelmesiyle ilişkili bir durum da değildir, zira fotoğraf çekimleri sırasında gittikleri kırsal alanlarda da yusuf aynı derecede dışa dönüktür. oysa mahmut için yeni olan, keşfedilecek hiçbir şey yok gibidir. yusuf’un evine geldiği gece bahsettiği gemicilik yaparken yurtdışını görme planlarına karşı bile son derece heves kaçırıcı bir tutum sergilemiştir. yusuf’a “her yer aynı zaten, gitsen ne olacak” gibi tepkiler veren mahmut için sanki dünya dönmeyi bırakmış gibidir. modern birey, hiç durmadan koşarak ilerlediği noktada, bir yerden sonra bozulan büyünün farkına varmakta, bu ise belki de hayatındaki anlamsızlık hissini ortaya çıkarmaktadır
bir zamanlar idealleri olan, bunlar için savaşan, ancak bir süre sonra yaşamı, karşısındaki katı sistemin ihtiyaçlarına göre şekillenen ve kentli birey olmanın getirdiği bireyselleşmenin içinde boğulan mahmut, sistemin gerektirdiği her şeyi elde etmiş olmasına rağmen bir zamanlar onu cezbeden şeylerin arasında boğulmaktadır. çünkü kentte touraine'nin sözüyle “bir özgürleşme olarak yaşanan şey, bir yabancılaşmaya, gerilemeye dönüşmüştür”. yusuf’un sokakta gezerken karşılaştığı bir sahne bu durumu sembolize eder gibi görünür. içi balıkla dolu farklı renkli iki kovanın arasında, yerde, tek bir balık çırpınıp durmaktadır. bu sahnenin ne taşrada ne kentte kendine yer edinebilen, iki kovaya da dâhil olamayıp arada kalan yusuf’u sembolize ettiği düşünülebilir. o ne köye dönebilmekte, ne de kentte kendine yer edinebilmekte, çaresizlik içinde çırpınmaktadır. mahmut ise, bir kovadan diğerine zıplamayı başarmış gibi görünen ancak içinde bulunduğu kovada sıkışan, ve tepkisizce zaman öldüren bir balık gibidir. yusuf arada kalmış ve yerde çırpınmaktadır ancak bu bile bir tepki olarak yorumlanabilir. oysa mahmut; yaşamındaki eksiklikleri sezinlediği halde üzerinden atamadığı tepkisizliği, çekmek istediği halde çekemediği fotoğraflar, gitme demek istediği halde diyemediği eski karısı ve daha diğer pek çok şey için sessizce acı çekmektedir. her modern birey gibi o da, kendisine yakıştırılan kimlikleri ve kendisine sunulan düzeni korumak için canla başla çalışmaya ikna edilmiştir bir kere.
mahmut gördüğü bir kâbusta, televizyon karşısında her zamanki gibi tek başına uyuklamaktadır, ancak tv’deki görüntü yok olmuş, geriye sadece bir cızırtı kalmıştır. o sırada tv’nin yanında duran abajur yere düşer ve mahmut sıçrayarak kâbustan uyanır. burada lamba figürünü aydınlanma ve modernizmle ilişkilendirmek zannediyorum çok zorlama bir ilişkilendirme olmayacaktır. mahmut’un televizyon karşısında geçen yaşantısı, özellikle bu kanalla dünyasına dolan imgeler yığını içerisinde sürmektedir. o, ideallerine ulaşamamış olsa da her modern birey gibi yaşamayı sürdürmektedir. ama televizyon yayını kesildiğinde geriye kalan cızırtı huzursuz edicidir. aydınlandığı ve modern birey olduğu fikrine kendisini inandıran mahmut için bunun aksini kabullenmek daha zor olsa da o içten içe yaşadığı huzursuzluğu aslında hissetmektedir. modernist evren “ekran arkasında gizlenmiş olan bitler, kablolar, çipler ve elektronik akımları evreni”dir. tv’deki görüntü kesildiğinde büyü bozulur, aydınlanma sona erer.
ailesiyle aynı şehir içinde seyrek telefonlaşmalardan ibaret bir iletişim sürdüren mahmut, evlilik denemesinin ardından kadınlarla–bir tür aşağılama hissi de uyandıran- tepkisizliklerden oluşan cinsel ilişkiler dışında bir ilişki kurmamaktadır. aslında yusuf ve mahmut’un kadınlara yaklaşımı birbirlerine oldukça benzemektedir. yusuf kadınlara uzaktan bakarken ya da zaman zaman onları taciz etmeye varacak denli yakından incelerken (örneğin uzun süre gözle taciz ettikten sonra bacağını tramvayda yanında oturan kadının bacağına dokundurması), mahmut bu ayarsızlığın, uzaklığın ve metalaştırmanın modern versiyonunu benimsemiştir. eski karısıyla yaptığı görüşmeler ve kendini ifade edemeyişi, evli bir kadınla yaşadığı yalnızca cinselliğe dayalı ilişki, onun da karşı cinse olan uzaklığının bir göstergesidir. mahmut’un ilişki yaşadığı kadının filmin başındaki ilk gösteriminde buğulu görülecek kadar uzak çekilmiş olması ya da yusuf’un sürekli gözlediği kapıcı kızını parkta uzaktan izlemesi de bu durumun filme yansıyan örnekleri olarak görülebilir. kadına yaklaşamamayı onu metalaştırma tutumuna dönüştüren bu bakış açısı yusuf’u röntgencilik yapmaya, mahmut’u porno izlemeye yöneltmiştir. yusuf taşradan gelen bireydir, dolayısıyla teknolojiyle ilişkisi zayıftır, dolayısıyla ancak etrafında gördüğü bedenleri izlemektedir, ‘modern’ kentli birey mahmut ise bu röntgenciliği daha güvenli bir ortamda yapabileceği teknolojik donanıma sahiptir. mahmut hem yaşça büyük, hem de yeterince cinsel deneyim yaşamış bir birey olmasına rağmen, yusuf’la bu konuya bakış açılarında bir farklılık gözlemlenmemekte, cinselliği mekanikleştirme ve kadını nesneleştirme biçimleri benzerlik göstermektedir. bu analiz yoluyla, kadının konumunun taşrada da ‘modern’ toplumlarda da görsel farklılıkların ötesinde bir dönüşüm geçiremediği ve eşitsizliğe maruz kalma biçimlerinin yalnızca kentte ya da taşrada olma durumuna göre biçim değiştirdiği yorumu yapılabilir.
mahmut’un ailesi ile görüşmeleri annesinin sık sık bıraktığı telesekreter mesajları ve filmin geneline de hâkim olan çok kısa ve kesintili diyaloglardan oluşmaktadır. sistemin tüm kapitalist toplumlara dayatmış olduğu gibi, modern birey, yalnız yaşayan, ‘özgür’ bireydir ve aynı semtte yaşıyor olsa dahi ailesinden ayrı yaşaması sık rastlanan bir durumdur. bu noktada mahmut’un tavırları, modernizmin ‘ötekinin hassasiyetine saygı göstermek’, ya da ‘özel hayata saygı’ adı altında dayattığı kopukluk ve izolasyonun bir yansıması gibi görünmektedir. modernizm’de yine zizek amcanın dediği gibi “ötekinin hassasiyetine saygı göstermek, onun mahremiyetini ihlal etmemeye özen göstermek, kolayca ötekinin acısı karşısındaki acımasız bir duyarsızlığa dönüşebilir.". diğer modernizm ilkeleri ile birlikte bu tutumu da benimseyen mahmut, annesine bile son derece mesafeli yaklaşmaktadır. yusuf ise daha köyden geldiği gün ailesini arayıp vardığını haber verir ve annesinin diş ağrısının geçip geçmediğini sorar. buna karşın mahmut, annesinin çok ciddi bir ameliyat geçirdiğini öğrendiği telesekreter mesajına bile gözle görülür bir tepki vermez ve kayıtsız bir şekilde hastaneye giderek, zorunlu bir görevi tamamlar bir halde annesine refakatçilik eder. bu kayıtsız tutumu ablası tarafından açıkça eleştirilmekte, mahmut annesine ve yeğenine olan ilgisizliğinden dolayı ablası tarafından dışlanmaktadır. mahmut’un kendi evinde yusuf’a yaşattığına benzer şekilde, annelerinin evinde ablası da mahmut’u dışlamakta, onu salonda tv izlerken yalnız bırakıp kapısını kapatmaktadır. mahmut’sa bu harekete karşılık kayıtsız kalmayı ve fashion tv benzeri bir kanalda sergilenen kadın bedenlerini izlemeyi sürdürür. aynı dakikalarda yusuf da mahmut’un evinde, yokluğundan istifade onun koltuğuna yerleşmiş, aynı kanalı izlemektedir.
kısacası mahmut’un yaşantısında kendisinden başkasına yer yoktur ve bu karakter sunumuyla, yusuf’un ziyaretinin uygunsuzluğu seyirciye kolayca hissettirilmektedir. bir fotoğrafın içindeymişçesine dünyadan ve ilişkilerden kopuk bir görünüm sergileyen kentli birey mahmut’un fotoğrafçı olması da manidardır. bundan daha da dikkat çekici olan ise idealleri olan ve geçmişte ideallerine ulaşmak için çok çaba sarf eden mahmut’un umutsuz halidir. yusuf’u da götürdüğü arkadaş buluşmasında sarf ettiği sözler, mahmut’un türkiye’de 1980 itibariyle gücünü kaybetmeye başlayan ve ideallerinden uzaklaştırılan modern bireyini örneklemektedir. mahmut arkadaşlarına “sinema öldü” derken, masadan bir arkadaşı ona karşı çıkar ve “ölümünü erkenden ilan ettin” der. tabi bu sırada masada oturan ve mahmut tarafından arkadaşlarına “uzaktan bir misafir” olarak tanıtılan yusuf’un konuşmalara ne denli uzak kaldığı da görülmektedir.
mahmut perdede sık sık, bir zamanlar onun gibi filmler yapma hayalini kurduğu tarkovski’yi izlerken görülür ve sanki bunu yaparken yusuf’un ondan ne kadar uzak olduğunu ispatlamaya çalışır gibidir. ancak yusuf’la arasındaki farkları ortaya koyan bu tür elit tercihleri, mahmut’un yusuf’un odadan çıkmasıyla birlikte açtığı porno video ile yok olur. her zaman olduğu gibi ötekiyle ilişkide benzerlikler azaltılıp, farklılıklar abartılmaktadır işte.. tıpkı bu söylemde olduğu gibi mahmut’un çabası yusuf’la olan farkını görünür kılmak ve benzer noktaları yokmuş gibi davranmaktır. ev içerisinde durmadan kapıları kapatması ve yusuf’tan da sürekli bunu istemesi de bunun bir işareti gibidir. mahmut yusuf’tan, kendisinden, varoluşundan, geçmişinden uzak kalmak istemektedir. büyük gayretlerle gelmiş olduğu noktanın; taşradan yola çıktığı halini temsil eden yusuf’a benzemesi onun başarısızlığını, modernleşme çabasının anlamsızlığını ve boşa geçirilmiş seneleri ifade edecektir ve bu sebeple onla olan farkını sürekli ortaya koymak istemektedir belki de.
aslında mahmut’un kendisini uzak hissettiği tek kişi taşradan gelen yusuf değildir. o kendisini eski eşine de, arkadaşlarına da (ki yakın bir arkadaşı olmadığı görülmektedir), ailesine de, kısacası çevresindeki herkese karşı yabancı hissetmektedir. yılgınlığı ve tepkisizliği, hayatını çoktan durdurmuş ve yalnızca zamanını tüketmeye çalışan birey görünümünü vermektedir. yaşantısı onu öylesine yabancılaştırmıştır ki artık kendisini çok mutlu eden fotoğrafçılık mesleğini bile hevesle yapmamaktadır. bir gün yusuf’u da yanına yardımcı alarak çekim yapmaya gittikleri bir köyde mahmut, manzarayı çok beğenir ve yine kendisini taşradan uzak tutan bir söylemle “tam fotoğraflık” olarak tanımlar. yusuf hevesle hadi kuralım o zaman makineyi derken, mahmut üşenir ve çekim yapmaktan vazgeçer. bu sahnede mahmut’un yaşadığı isteksizlikte, onun artık hobilerinden dahi zevk alamayacak kadar isteksiz bir noktaya sürüklendiğini görürüz. izleyiciye, modern toplumda bireyin kendinden ne derece uzaklaşabileceğini gösteren bu karakter, tipik bir orta sınıf modern bireyi görünümü vermektedir. yusuf’un iş bulamamasıyla ilgili yaptıkları bir tartışmada mahmut’un ondan çalıştığı seramik fabrikasında herhangi bir iş bulması için yardım isteyen yusuf’a çıkışması da bunu örnekler. mahmut, çalıştığı fabrikanın kapanmasıyla işsiz kalan ve ne iş olursa olsun yapacağını söyleyen yusuf’u, bir beceri edinmeye çalışmadan, işin kolayına kaçmakla suçlar. kentli bireyin ve sistemin ne derece acımasız olduğunu da şu sözlerle örnekler.
“bi bok anladığın yok, cart curt konuşuyosun. sen kolay mı zannediyorsun. bak ben onlara on senedir iş yapıyorum. şu balkona yirmi metrekare seramik lazım oldu, onda bile üç kuruş indirim yaptıramadım. her şeyi hazır bulmaya çalışma. ben bu işlere başladığımda kimse yardım etmedi bana. her şeyi tırnaklarımla kazandım. ama kötü mü oldu, belki de daha iyi oldu.”
mahmut’un son cümlesi, onun her şeyi ne kadar zor elde ettiğini, kimsenin ona yardım etmediğini ifade eder. ona kimse yardım etmemiştir, o örselenmiş ancak ‘başarmıştır’ ve bu belki de ‘iyi’, hatta ‘daha iyi’ olmuştur. bu konuşmada mahmut’un ‘iyi oldu’ diyerek kastettiği şeyin tam olarak ne olduğu ilk başta anlaşılmasa da, izleyiciye mahmut’un neo-liberal sistemin bireylere dayattığı ideallerle örtüşen her şeye sahip olduğunu hatırlatır. mahmut, filmin en acınası karakteriyken ve sahip olduğu şeylere rağmen hayattan işsiz, taşralı ve perişan yusuf kadar bile zevk alamazken, sistem onu başaran, yusuf’u ise başaramayan ve başarmak için kolaya kaçan olarak tanımlar. oysa yusuf en azından sokağa çıkabilmekte, ‘fakir’ mekânlarda da olsa (köhne kahvehaneler, iş aradığı tersaneler, dolaştığı sokaklar, yol parası olmadığı için yürümek zorunda kaldığı yollar) insanlarla diyalog kurabilmekte ve hepsinden de önemlisi hala gülümseyebilmektedir. taşıdığı naiflik ve hoşgörü ona çocuksu bir görünüm verir. ancak içine girmeye çalıştığı modern dünyada çocukluğa yer yoktur. yusuf bir türlü yeterince içerisinde olamaz düzenin. oysa mahmut, yusuf’un içine giremediği o düzene hapsolmuş gibidir.
yusuf’la mahmut’un kavga ettiği bir sırada yusuf’un yeğenine aldığı oyuncakla oynamaya başlaması ve masum gülüşü sanki modernleşme çabasının bireylere unutturduğu o saflığın ve çocukluğun geri dönüşü gibidir. yusuf’un, mahmut’un bağırıp çağırmalarına karışan kahkahaları, izleyiciye deleuze’ün simgesele dönüşle yok olduğuna inandığı samimiyet duygusunu hatırlatır. bu imgesel görünüm, yusuf’un modernleşmenin birey üzerindeki olumsuz etkilerinden uzak yaşamının bir sonucu olarak yorumlanabilir.. oysa mahmut için karşısındaki bu içtenlik, artık geri dönemeyeceği kadar uzakta kalmıştır. o simgesele geçişi sembolize eden her toplumsal olguyu benimsemiş, bu kültürel kalıplar içerisinde taşlaşmış gibidir. yusuf, mahmutun hazırladığı tuzağa yakalanan farenin sesini duyduğunda onun için üzülürken, mahmut sadece ondan kurtulduğu için rahatlamıştır. mahmut farenin sabaha kadar acı çekerek kapanda kalmasını umursamazken, yusuf hayvanın onca saat acı çekmesine dayanamaz. modernleşme olgusunun duyarlılık ekseninde sergilendiği bu tutum izleyiciye, modern dünyada insandan büyük ölçüde koparılan duyarlılık ve içtenliği hatırlatmaktadır.
filmin sonunda, ev içerisindeki huzursuzluk kat be kat artar ve yükselen tansiyon bir gün mahmut’un bir türlü bulamadığı köstekli saatini yusuf’a sormasıyla tavan yapar. yusuf çaresizlik içerisinde saati hiç görmediğini anlatmaya çalışırken mahmut’un tepkisizliği ona suçlandığını hissettirir. mahmut bu arayışı sırasında içine baktığı kolilerden birinde saati görür, o sırada yusuf hala masumiyetini ifade etmeye çalışmaktadır. mahmut saati görmezden gelir ve yusuf’un suçlandığını hissetmekten doğan huzursuzluğundan kurtulmasına engel olur. mahmut, modern bireyin içtenlikten uzak, resmi tutumunu yineleyerek yine hiçbir şey olmamış gibi davranarak, hareket ve imalarıyla “saatimi sen çaldın” derken, sözleriyle “olsun, önemli değil” demeyi sürdürür. odasına girdiğinde çantasının da karıştırılmış olduğunu gören yusuf ise bu tavra dayanamaz ve kısa bir süre içinde evi terk eder. böylece mahmut’un hayatından fiziksel olarak da uzaklaşır.
bauman şöyle demiş; “modernlik, hep daha çok istediğinden değil, hiçbir zaman yeterince şeye sahip olamadığından, hep daha hırslı ve maceracı olduğundan değil, maceraları hep acı olduğu ve özlemleri hep boşa çıktığı için saplantılı bir ilerleyişe dönüşür”. bireyin zaman içerisinde algılamaya başladığı bu herhangi bir yere varamayan yolculuk, ona nedensiz gibi görünen iç huzursuzlukları armağan eder. her şeyin olması gerektiği gibi olduğu inancına rağmen içini yiyip duran sıkıntıyı açıklamanın bir başka yolunu bulamaz çünkü. düzenine sahip çıkar ve hissettikleri için herhangi bir şey yapma gereği duymaz, ya da daha fazla şey istemeye, daha yeni maceralara atılmaya ama bunları hiçbir şekilde içinde yaşadığı düzenden çıkmadan yapmaya çalışmayı sürdürür.
zaten nuri bilge ceylan da, ‘uzak’ ve önceki çalışmalarında yapmaya çalıştığı şeyin bir modernizm eleştirisi olarak yorumlanabileceğini şu sözlerle ifade etmiştir:
"modern hayat bireyi geleneklerine, dolayısıyla geçmişine olan bağlılıklarından tecrit etmeye çalışıyor. böylece bireyin yeni olan ile daha kolay ilişkiye girmesini hedefliyor. böyle konulara yöneliyor oluşum belki de bir türlü organik bir bağ kuramadığıma inandığım modern yaşantının değerlerine karşı bir direnme, geçmişime, geleneklerime ve sevdiklerime sahip çıkmaya çalışma olarak da nitelendirilebilir."
bizler modern toplumda düzeni sürdürme gayreti ile yaşamlarımızı ve arzularımızı çoğu kez erteleyerek, iletişim imkânlarının bolluğuna rağmen yakınlarımızla yeterince iletişim kurmayarak ve modern birey olmanın her türlü gereğini cansiperane bir şekilde karşılamaya çalışırken, ansızın “olumsal bir karşılaşma, kendimizi aldatışımızı paramparça eden bastırılmış travmayı gün ışığına çıkarır.” mahmut’un, yusuf’un ziyaretiyle yaşadığı huzursuzluk ve gördüğü kâbuslar, bu parçalanmanın yansımalarıdır. bu duygular “bize, projeyi gerçekleştirmeyi başaramamamıza, sadece talihsiz koşulların neden olduğunu söyleyen yanılsamanın karşısında, o aptalca olumsal hareketi yapmasaydık her şeyin güzel kalacağını, evrenimizin paramparça olmayıp, sapasağlam ayakta duracağını söyleyen” yanılsamayı silip atan bu temas, mahmut’un gerekçelendirdiği acıklı rutinini bozmuş, onu gerçeğin çölünde tek başına bırakmıştır.yusuf çekip giderken, geride bıraktığı samsun paketini alan mahmut, daha birkaç gün önce “o içilir mi lan” diyerek yusuf’u aşağıladığını belki de hatırlamadan, deniz kenarında bir banka oturur ve sigarasını yakar. yanılsamaları ve kâbuslarıyla yeniden baş başadır. yusuf’tan da, geçmişinden de, kendisinden de yeterince uzaktır yeniden.
kapitalist sistemin idealize ettiği modern toplum, bireylerin üzerindeki pasifleştirici etkisi ortaya çıktığında bile, sebep olduğu anlamsızlık duygusunu giderecek çözümler üretir. bireylerden çaldığı içtenlik, dayanışma ve güven duygusunun yerine ürettiği alternatif çözümleri, onlara satarak kazancına kazanç katmayı da sürdürür. yazık ki insan ömrü, kapitalist sistemin sunduğu bu sıkıntı giderme alternatiflerinin tek tek denenerek tükenmesine yetecek kadar uzun değildir. bireylerin yaşadıkları anlamsız iç sıkıntılarını, kendilerini özgür ya da güvende hissetmek adına içine girdikleri kafesleri fark etmeleri ve daha bütüncül bir bakış açısıyla yaşam ve değerlerini sorgulamaları, onları belki de başka bir dünyanın mümkün olduğuna yeniden inandırabilir.bilemiyom..