Japonya'nın led ışıklı binalarından, yüksek yapımlarından, kalabalık rengarenk insanlarının içinden süzülerek geçiyoruz. Diller farklı uzun bir cümle bazen tek bir kelimeye tekabül edebiliyor bu ülkede. Anlamıyoruz. Hayattın bütün bıktırıcı özelliklerini, sıkıntısını, yaşlılığını tamamiyle yüzünde ruhunda, omuzlarında taşıyan bir adam Bob Haris, diğer yandan özgür, neşeli ve güzel aydınlık yüzüyle Charlotte. Otelin içinde ikisi de yalnız kalınca birbirleriyle aralarında bir dostluk, ilişki geçiyor. Senaryosunun harika olduğu apaçık ortada. Filmin en önemli unsurlarından biri ise Bill Murray'ın muhteşem oyunculuğu, karakteri her haliyle üzerine giyebilmesi ve sırtlayabilmesi. Diğer bir önemli unsur ise Sofia Coppola'nın çıkardığı harika iş. Araya koyulmuş şehrin monoton giden havasının içinde oluşan kareler, muhteşem oyunculuklar, sıcak ve sempatik konuşmalar, insanların sevecenliği, küçük şeylerle eğlenmek mutlu olmak, bunlar filmi yükseğe çıkarıyor. Yaşamının yükünü vücudunda hisseden somurtkan bir adamın bile küçük bir gülümseme ile nasıl içindeki kaybolmuş mutluluğa erişebileceği çok sıcakkanlı bir şekilde anlatılmış. Su gibi akıp gidiyor film. Son zamanlarda izlediğim en güzel, en sempatik yapımlardan biri. Hem yakaladığı görüntüler bir harika, hemde içtenliği ve gerçekçiliği. Şehirden kareler, hayattan kareler, mutluluktan kareler görebileceğiniz sağlam bir film.