MODERN ÇAĞIN KURBANI
Muhteşem Dokuzuncu,
“Tanrı ne ister? Tanrı iyiliği mi ister yoksa iyi olma seçeneğini mi?”
İnsanlık durumlarında seçimimizin dışında zorlandığımız her türlü eylem, fikir ve benzeri tutumlar, toplum yararına ve kötülüğü önlemek adına yapılır. Burada mevcut durumların meydana getirdiği olguların tamamı ise, dayatmanın meşruluğu ile ortaya çıkan zorbalıktan başka bir şey değildir. Toplum ve iktidar genel-geçer yaşamın meşruluğunu ilan etmek adına, genel olan için “temsili iyilik” dediğimiz ideal tipi yaratır. Bu ideal tip, hayatın içindeki belli belirsiz seçimlerinin iradesine sahip değildir. Ancak toplum tarafından güdülenerek birtakım değişimlere uğrayabilir. Bu değişimler ki toplumun iyiliği adına yapılan eylemlerin sonuçları gereği yıkıcı bir etki yaratmaktadır.
Bireyin salt kendi tercihiyle eylemde bulunmasına izin vermeyen “ısrarlı iyilik dayatması” toplum yararına kötülüğün temellerini atmaktadır. Meşru iktidar, biçtiği töresel değerin doğruluğunu kabul ettirmek adına seçimin kendisine doğrudan bir hamle yaparak bireyi saf dışı bırakır. Karşımıza çıkan bu özgür seçim sorunu da bizi başka türlü yollara sevk etmektedir. Bu yolların başında, bireyin kendi seçimiyle karar verdiği herhangi bir tutum ve davranışta içsel yasayı mı yoksa dışarıdan bir yasayı mı gözettiğini incelememiz gerekmektedir. Toplum yasaları ve deneyimle gelen tüm öğrenmeler, sınırlandırılmış bireyin içsel yasasına başvurmasına sürekli engel olmaktadır.
Bireyin karşılaştığı bu engeller, önceden belirlenmiş durumların müdahalesiyle ahlaki ilke olan vicdan kavramına ket vurulmasına da neden olur. Tüm bu ket vurmalar, samimiyetsiz ve vicdansız kalmış modern çağ kurbanlarının önüne geçilmez biricik kaderi olacaktır.
Sıkıcı tanımlara başvurmamak gerekirse kısa bir örnekle, bi dolu iyilik tantanasına hevesli olanlar için tıpkı karınca yığınlarının kutbun sert rüzgârlarında dahi kışa saklayamayacağı yiyecekleri taşıması gibi kararmış iyiliklerin seçilmiş ilkeleriyle çöküşe hazırlanıyor. İyiliğin felaketiyle süslenmiş geniş duvarlar, yaratılışın kutsalına küfür ederek bir başka tanrı olmayı ilan ediyor kendince!
“İyilik seçilen bir şey olmaktan çıkınca insan seçim yapamaz hale gelir ve insanlıktan çıkar.” Bu demektir ki Tanrıyı ancak vicdanla kavrayabilen insanın içsel yasasına karşı gelmesi, insanı Tanrıdan da uzaklaştırır. Tanrıdan uzaklaşan insan, Tanrının parçasından aldığı ussal ve içsel koşullanmalarını arkasını dönerek, bir daha yeşermeyecek tohumlarını kızgın ateşte başıboş bırakmış olur. Vazgeçilmiş özgürlük ve seçim tanrıdan da kaçarak seçimsizler dünyasını ortasında tedirgin gözlerle çevrili kala kalmıştır.
İsa’dan bu yana gelip gelmiş olan kutsal söz şöyle der: “Eğer ki biri sana tokat atarsa öbür yanağını çevir”. Bu kutsal sözler, modern çağ kurbanı olan her bireyin genelin iyiliği adına vermeyeceği veya feda edemeyeceği ne bir yoksulluğu ne de çürümeye yüz tutmuş bir bedenin olamayacağını da kanıtlar. Genelin iyiliği adına yapılan birkaç yoksul, kimsesiz ve fabrikayla çevrelenmiş bireylerin cansız bedenlerinin tuhaf alkışların arkasına gizlenmiş, yalancı mutluluğuyla iyilik övgüleri dört bir yanda yankılanmaktadır.
“İyi bir insan çokta hoş olmayabilir, hatta iyi bir insan olmak korkunç olabilir”. Bu söylem Otomatik Portakal adlı romanda geçen seçimsiz iyilik kavramının altını çizerek, üstünde kafa yormamızı gerektiren salt iyiliğin koşullarını bize yeniden hatırlatıyor.
Koşullanmış iyilik problemi, bireyin ruhsal durumunda özgür seçimlerine karışarak iyiliği bulandırmış, kötülüğü ise yüzeye çıkarmıştır. Yüzyıllardır aşkınsal ve ideal iyilik ereğinin üst insana atfetmiş olduğu değerler, aklın sınırlarıyla modern dünyada yeniden üretilmiştir. Kant’ın ödev ahlakına baktığımızda; iyilik probleminin hem birey hem de toplum içinde uzlaşmaz bir gerilimle sürüp gittiğini görmekteyiz.
Birey bir eylemde bulunurken maksimiyle evrensel ahlak yasası arasında bir uyum yakalamak zorundadır. “Öyle eyle ki eyleminin dayandığı maksim evrensel olsun.” Bu uyarıcı ve yönlendirici evrensel ahlak ilkesi, koşulların gerektirdiği her durumda, her bireyin aynı eylemi gerçekleştirmesi anlamına gelmektedir. Fakat karşımıza çıkan, toplumsal ahlakın yararına yönelik seçimsiz iyilik Kant’ın evrensel yasasıyla örtüşmemektedir. Çünkü Kant’ın ahlak yasası, bireyin içten bir istençle eylemde bulunarak dışsal olanla kendine yeni bir biçim kazandırmasını buyurur. Bu biçim ki bireyin zorlayıcı iyilik ilkelerine başvurmaksızın sentezleşmiş yasalarla dışarıdan belirlenemez eylemlerde bulunmasına sebep olur. Böyle bir yasa sonucu yapılan tüm eylemler, kötülüğün ortaya çıkışı ve öğrenilmesinde temel kaynağın sorunlarını tespit edilmesinde yardımcı olabilir. Tüm bunlardan elde ettiğimiz sonuçlara göre, yapay bir baskı mekanizması ve toplum yararı geri planda kalmaktadır.
Tanrı’nın buyruğu ve kutsal birliktelikle kişi kendi başına vicdani ahlak yasasına uyarak iyiye eğilim göstermektedir. Bu doğrultuda eyleme dahi geçmeden önce kötülüğü, zorbalığı, şiddeti ve aykırı olanı zihninden, dilinden geçirmesini önceden engellemiş olacaktır. İyiliği ve kötülüğü öğrenen beden için de aynı durum söz konusudur. Sakınılan eylemin birey tarafından istenmesi kötülüğün öğrenilmesinde ve yaygınlaşmasına neden olan koşulları da beraberinde getirir.
Fakat karşı karşıya kalınan iyiliğe zorlama eylemi, bizi şiddetin ve suçun olmadığı bir toplumla ödüllendirmek yerine; insanın yaratılışı gereği içinde filizlenen vicdanının tüketilip yitirildiği soysuzlaşmış bir topluluğu meydana getirir. İyiliğin gerçekleşmesi, bir iktidar eliyle ya da övgülü konuşmalarla değil de ancak salt iyilikle ruhun ve bedenin uyumuyla gerçekleşen, içten antlaşmaların doruğunda yüceltilebilir ya da sürdürülebilirdir.
Kişinin içten gelen hakikati, doğası gereği iyi ya da kötü olsun maskesi düşürülmüş hayatını yeniden sorgulamak isteyecektir. Kötülüğün iradesi göz ardı edilmezse eğer başkaldırının tohumlarını da ekebilir.
Kendi dışındaki yasaların içinden çıkmak için başvuran birey, yıkım sürecinde kötülükle yüz yüze gelir ve bu kötülük varoluşsal problemi olan huzursuzluğunu alt edebilir. Bağlantısızlığıyla isyan eden birey yeniden doğuşun kapılarını aralayabilir. Eylemdeki sadeliğin, iyilik ve kötülüğün ikilikleri üzerine kurulmuş, modern çağın kurbanları tıpkı Platon’un Mağara Alegorisindeki gibi perdeli, bulanık ve yer değiştirmiş yüzlerin maskeleridir. Modern olmaktan kaçamayan modern birey, fabrika renklerinin değişmesiyle oluşan yükümlü hapishaneler ve yatalak hastanelerin etrafına çevrelenmiş, insan yığınlarını iyileştirmek adına bitimsiz intihara sürüklenir. Tek tip kurbanların gelecek nesillere miras bırakıldığı yerle bir edilmiş insanlık “uygarlığın huzursuzluğuyla” baş başa bırakılır. Henüz hastalığa yakalanmamış olan ruhları ve bedenleri toplumun çılgın kalabalığındaki kahkahalarıyla delirterek, aklı ve vicdanı sürgüne gönderiyor.
Bilinçli kötülüğün kusursuzluğu, bilinçsiz iyiliğin aksaklığı, eylemler fırtınasını kasırgaların içinden geçiriyor. Alkışların çevrelenmesiyle iyiliğe zorlanan vicdansız bedenlerin kaderi, tanrısız toplumun değiştirilemez buyruğudur.
Yakın ölüm, dayanılmaz suçların göbeğinde kan kırmızı sabahların izlendiği suları bulandırıyor. Ardı arkasına gelen kusmalar, tek çare olarak mutlu ölüm… Vücudun kendi şiddetini onayladığı fakat bir başkasına çevrilen kötü niyetin izleri nöronlarında bile titreşmesine izin vermemektedir. Sıska bedenciklerin, kötülük fikrinin seçimlerine karar verememesi dahi modern hayatın kaderinin mahkûmiyetinden gelir. Kazanılan iyilik, kötülüğün defedilmesiyle karmaşık ilişkileri beraberinde getiriyor. Kendi içinde büyük çatışmalara maruz kalan modern birey, iyilik ve kötülük eğilimlerini iç muhakemeye başvurmamaksızın hali hazırda doğrudan kabul etmek zorunda kalır. İrade ve vicdan artık bu dünya için olanaklı değildir.
Kaderlerin Tanrı elinden alındığı yaşam, son modaya uygun giyinen beyaz gömlekli siyah takımlık uygarlığın parmaklarında, çürümüş portakallarıyla oynuyor!
Seçim, istenç, akıl ve vicdan bu kavramların uyumunun getirdiği ahlaki ilkelerin eski kalıntıları, artık modern dünyanın yıkık betonlarında gömülüdür. Tek tipli üretim malları haline gelen, gençlik-yaşlılık, gelenek-görenek biçimlerindeki bu sualsiz iyilik İsa’nın çarmıha gerilmesiyle düz bir çizgide aklandı. Suçuna ortak olarak, ahlaki seçimler yapabilen şaşırtıcı fikirleri de yüzeye çıkmamak üzere suda boğdu... Bedenlerin akışını sağlayan su suçla, ruhların asil ve iyilikle dolup taştığı akıl ise şiddetle yıkandı. Tecavüz, şiddet ve hırsızlık gibi alkış, ıslık ve övgülerle çevrelenmiş tüm bu suçlar maalesef dokunulmaz milletvekilleri gibidir. Kökenlerine indiğimizde ise, soysuzlaşmış son moda çağ yöntemlerinden konuşalım öyleyse!
Durdurulamaz arzu ve şehvetin önüne geçmek için, katilin ya da suçlunun kafasını uçurmak; uçkurların bilimsel şırıngalarla alaşağı edildiği fikrine kapılarak, kötülüğün yok edilişinin yanılgısıyla, iyilik söylemleri dört bir yanda aptal kutusundan haykırılıyor! Suçsuz dünyanın sırıtan katillerinin kefaretini ödemek zorunda kalan, modern çağın kurtarıcıları İsa’nın havarilerinden çıkar.
Dünya yurttaşlığının savunucuları olan beyaz yakalılar, siyah takımlık Gucci’leriyle davalarının haklarını veriyor! Kutsallaşan İsa’nın yan sanayileri Çin mallarıyla kaplanmış metallerini özgürlük adına kadeh kaldırıyor! Parıldıyor elbiseliler, daha şık son moda yakalılar, koparıyor kıyameti barış adına, her şey insanlığın, toplumun refahı ve düzenin selameti için…
Alkış tufanı dört bir yanda ve şakşakçılar beyazlar içinde. Ah modern çağın kurbanı, celladı ve hırsız katili olan yoksul suçlular. Kimin iyi kimin kötü olduğu henüz belirsiz olmasına rağmen yoksulun yakasına yapışmış suç ensesinden konuşmaya başlar. Der ki suç yalnız senin eserindir yoksulluk! Peki, kim karar verecek suç ya da suçlunun kimin üstünde kalacağına? Tek bir uzun elin insanlığı çepeçevre kavrayışıyla tespit edilebilir mi? Yoksulluk baş gösterene suç koşulsuz aktarılır.
Otomatik yazgısını sürdüren değişimli iktidar, iyiliğin savunucusu ve suçun karşısındadır daima! Toplumun onayından geçmiş eylemler dışında nefes alamayan birey, insan olma hali dışına taştığı her an itibariyle bir sabun köpüğü gibi sulara karışarak yok olup gidecektir.
Modern mekanizmaları çalıştıran ve durduran şatafatlı budalalık, arka sokakların kanalizasyon çukurlarında değil şehrin tam da göbeğinde boy gösteriyor! Kafasını bir başka yana çevirmeyi bile akıl edemeyen karınca sürüleri gibi “sadece iyilik yapan küçük makineleriz biz”. Otomatik Portakal adlı yapıtın hem kitabında hem de sahnede izleyiciyle buluşmuş halinde, bize apaçık bir çağrıyı henüz başımıza gelmeden önce göstermek istiyor. Amaçlanan fikir, edim ve tavır gençliğin çevikliğinin arkasında gelen kötülüğü yakalama ve onunla bir olma arzusu yüzyıllardan beri nasıl da pekiştiğini gözler önüne seriyor. Bu arzunun karşında tiksinti duyulan zorunlu iyilik eski yüceliğini kaybederek, bıkkın bireyin gençliğinden kaçacaktır.
Modern yaşlı birey ise, bu hareketliliğin ve canlılığın sönükleşmesiyle, başkaldırma cesaretini artık kendinde bulamaz. Zorunlu iyiliğin etrafında bir avcının avını gözetlemesi gibi, genel iyiliği çevreler kıskaçlı toplum.
Beyazlı bastona kavuşan yaşlılık, kötülüğü arzu etmek ya da iyiliği seçme fikrine kapılsa, bir zaman sonra toplum dahi izin verse bu seçime maalesef ki etin başkaldırısı tarafından doğrudan engellenecektir. Ta ki soluğu tükenene dek... Özlemlerin gençliğin durdurulamaz öngörüsüzlüğüyle çakıştığı, seçimsiz eylemlerin kötülüğün arzusuyla yanıp tutuştuğu mahrum bırakılmış özgürlük, yaşlılıkta tek bir çırpıda alt edildi.
Filmin son sahnesi, bir kötü bakış ve ilerisinde zorba isteklerin ayyuka çıkartıldığı izlenimini uyandırırken; kitabın son kısmında ise tüm bu çabalarından zaferle aklanmış gençliğin son umudu, modern dünyanın seçimsiz, süslü hayallerine özlem duymaktan ibaret olacaktır.