SERİNİN EN İYİLERİNDEN BİRİ 4 X 4 LÜK BİR AKSİYON FIRTINASI
Kadim dostumuz Optimus Prime, bir kez daha düşmanlarıyla savaşıyor ve biz de onun savaşı sayesinde onunla birlikte insanların gelişebilecek iyi varlıklar olduğuna dair inancımızı tazeliyoruz.
Transformers: Age of Extinction, serinin dördüncü filmi olarak, dolu dolu senaryosuyla, 2 saat 45 dakika süren aksiyonuyla, orijinal öyküsüyle serinin heyecanını ve tansiyonunu daha da yukarı taşıyarak üstüne düşeni yapıyor. Sinema tarihinde yerini almış serilerden birisinin de Transformers olduğunu söyleyebiliriz artık. Tabi ki film bittiğinde salondan çıktıkları andan itibaren beşinci filmi tartışmaya başlayan hayranları için serinin devamı çoktan merak konusu.
Hollywood’da son 10-15 yıldır başlayan; masallardan, çizgi filmlerden ya da çizgi romanlardan uyarlanmış filmlerde (Oz büyücüsü, Batman üçlemesi, Örümcek Adam serileri, Peter Pan hikayesi vb), hikayenin kimsenin bilmediği başlangıcına gitmek ve aynı zamanda bir felsefe yerleştirme kuralına Transformers serisi de katılıyor. Henüz yüzlerini görmediğimiz ama artık varlıklarını bildiğimiz yaratıcılar tarafından Optimus Prime için bir ödül konmuştur ve ödül avcısı bir transformer olan Lockdown dünyaya gelerek insanlarla, ki bunun anlamı CIA ile demek, iş birliği yapmaya başlar. Amerikan hükümeti, dünyayı transformer tehdidinden kurtarmak için CIA bünyesinde çok gizli ve acımasızca bir operasyon başlatır. Niyetleri dünyayı tüm transformerlardan geri almak ve onları silah olarak üretebilmektir. Lockdown, insanların, dünyayı autobot veya deceptikon demeden transformerlardan temizlemesine yardım etmek ve karşılığında Optimus Prime’ı avlamak için dünyaya gelir. Galaktik bir diplomasinin işlediği hikayede otobotların bu seferki düşmanları deceptikonlar değil, seriye bu filmde dahil olan Lockdown. Tabi CIA yetkilileri Lockdown ile anlaşarak yaptıkları büyük hatanın farkında değillerdir. Autobotları da avlayan insanlarla yüzleşmeye karar veren Optimus Prime, insanların transformerları artık üretmeye başladığı, autobotlara ihtiyacının kalmadığı düşüncesiyle karşılaşır ve artık kendi savaşının olmadığına karar verir. Ancak olayların gelişimi onun sırtını dönüp gitmesini engeller. Evrendeki bazı sırların gizli kalmasının gerekliliğini, bazı teknolojilerin keşfedilmemesinin daha iyi olacağına dair mesajla pekiştiriyor film ve her konuda biz insanlara dersler veren Optimus, bilim etiği konusunda da sınıfta kaldığımızı gösteriyor. Nihayetinde, Optimus Prime ve autobotlar yine insanları kurtarmak için bir savaşa girişiyorlar.
İlk üç filmde sürekli olarak daha güçlü rakiplerin karşısına çıkmasıyla, giriştiği ilk mücadelede yenilen, halden hale giren, ama sonunda mutlaka insanların da yardımıyla gücünü toplayan ve giriştiği savaşı kazanan Optimus Prime, Age of Extinction’da transformerları avlayan insanların asıl amacının ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Lockdown ile karşılaştığında ise durumun vehameti anlaşılıyor. Seriye bu filmde katılan Lockdown; acımasız, karizmatik ve hem diğer transformerlardan hem de insanlardan daha çok şey bilen bir transformer olarak resmediliyor. Seyircinin, Lockdown ile tanıştığı sahnede söylediği, “Autobotlar ve Decepticonlar… Sizler durmadan savaşıyorsunuz, sonra gelip ben temizlemek zorunda kalıyorum.” ifadesi ile hepsinden bağımsız ve tek başına bir güç olduğu en baştan seyirciye hissettiriliyor. Kendine has muazzam silahları ile fazlasıyla göz korkutuyor. Lockdown seriye bu filmle katılan tek karakter değil. Shia LaBeouf ve Megan Fox ile başlayan, oldukça da iyi giden serinin insan kadrosu, seri içerisinde küçük değişikliklere uğramıştı. Age Of Extinction ise, yeni bir sayfa olduğunu hissettirmek istermiş gibi bu kadronun tamamen değiştiği bir film. Özellikle de Cade Yeager karakterini canlandıran, rolünü genellikle trajik ya da motivatör karakter olarak filme yansıtan Mark Wahlberg’i görmek mutlu etse de önceki kadronun, bu kadrodan -Wahlberg hariç- oyunculuk olarak daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. Wahlberg’in yanında kariyerlerinin böylesine büyük ilk filminde rol alan Tess rolündeki Nicola Peltz ve Shane olarak karşımıza çıkan Jack Reynor bekleneni verememiş. Yeni ekibin içinde filme renk katan, canlandırdığı Joshua Joyce karakteriyle Stanley Tucci olmuş. Ben, özel olarak John Turturro’nun filmde olmamasına üzüldüm. Mizah kısmı onunla daha güçlü ve başarılıydı.
Eş zamanlı olarak gelişen çok fazla olayın olduğu, üstelik bunların büyük bir çoğunluğunun da birbiriyle bağlantılı olduğu film için senaryo açısından serinin en güçlü halkası diyebiliriz. İki saat kırk beş dakika süren filmdeki malzemeyi biraz daha yaymak isteseniz iki ya da üç film çıkarabilirsiniz. Bu kadar girift ve dolu olan senaryo sebebiyle seyircinin de dikkati sınanıyor, belki biraz da zorlanıyor. Ancak diyaloglar için aynı iyimserliği göstermek zor. İlk 3 filmde de mizah, yer yer ufak espriler vardı ancak yerindeydi ve işe yarıyordu. Bu filmde ise birçok espri güldürmediği gibi, birçoğu da yersiz kullanılmış. Bununla birlikte yönetmen Michael Bay’in huyu olduğu üzere, yoğun bir şekilde sürekli olarak mesaj kaygısı taşıyan bir film seyrediyoruz.
Hikayede Transformer’ların fazla insanlaştırıldığını düşünen tek kişi ben miyim orasını bilmiyorum. Ancak Lockdown, gemide kaçakların olduğunu anladığı sahnede köpeklerine emir vermesiyle koşuşturmaya başlayan robot köpeklerin, bizim bildiğimiz köpeklerden hiçbir farkı olmayan hareketleri, işin içine dinobotların dahil olması gibi ayrıntılarla transformerların kendi doğaları hiç var olmamış gibi davranılmış. Transformer ekibinin, kökenlerin de hikayeye dahil olmasıyla bizi nelerin beklediğine dair ipuçlarını gösterdiği (ipuçlarını vermiyorlar, sadece uzaktan gösteriyorlar) serinin beşinci filminde, dinobotların nasıl olup da dinozorları kopyalayabildiklerini de anlatacaklarını umut ediyorum. Çünkü bu ve buna benzeyen birçok unsur bir sonraki film için merak uyandırmak üzere kullanılmış.
Filmde “Üzerine düşünülseymiş keşke” dedirten bir nokta daha var, o da film müzikleri. Soundtrack, birçok filmde gerilimi, dramı ya da korkuyu arttırmak için, kısaca seyirciye hissettirilmek istenen duygu her neyse onu daha iyi yaşatabilmek için vardır. Yani filme ruh katmak için (Forrest Gump ya da High Fidelity tarzında filmleri bunun dışında tutabiliriz. Film müzikleri, bu tarz filmlerde daha çok filmin bir anı haline gelmesini sağlıyor). Hans Zimmer’ın müziklerinden artık alıştığımız “heroic” müziklerin film sahnelerinin önüne geçmesiyle ilgili problemin tam tersi yaşanıyor. Serinin ilk 3 filmi de dahil olmak üzere müziklerine imza attığı birçok filmle ödüller alan Steve Jablonsky, bu seride de maharetlerini ortaya koymuş. Özellikle; fragmanda da kullanılan, filmin kötüsü Lockdown için yaptığı müzik gayet tadında ve başarılı. Lakin, seyirciyi o ruha sokabilecek şahane bir “kötü adam” müziği varken, onu alıp da efektlerin arasında kaybetmek, duyulmasını engellemek akla yatmıyor. Tabi ki filmin ruhunu verebilmek adına efektler fazlasıyla yeterli ama soundtrack etkisi başka bir şey ve her daim bu filmle anılabilecek, hatta karakterle anılabilecek iyi bir tema, yüksek efekt seslerinin arkasında heba olmuş gitmiş.
Transformers, sinemada hayat bulacağını öğrendiğimiz andan itibaren yaşattığı heyecanı, belli klişeler geliştirmiş olsa da yaşatmaya devam ediyor. Görselliğiyle, efektleriyle oldukça başarılı giden seri, her biri iki saat yirmi dakikadan uzun filmleri ve gişe rakamları ile yapıldığına değdiğini gösteriyor. Devam filmlerinin her birisi biraz daha çıtayı yukarı çekmeyi hedeflemişse ve bunu başarıyor olsa da, ilk filmden bu yana giderek daha “blockbuster” kültürü olduğunu yadsıyamayız. İlk filmde, Transformers çizgi filmlerini seyreden bir neslin bambaşka bir merakla beklediği sinema versiyonu, bugün, artık yakından tanıyor olduğumuz Optimus Prime ve arkadaşlarının maceraları havasına girmiş durumda. Bu durum haliyle bir sonraki film için yapım ekibinin işini, özellikle de hikaye bakımından -beklentileri de bu kadar yükseltmişken- çok daha zorlaştırıyor. Transformers serisini ve aksiyon filmlerini seven herkesin mutlaka izlemesini öneririm