David Fincher imzalı The Social Network, 2010 yılında büyük bir tantanayla vizyona girerek "dönemin en büyük sosyal medya devriminin perde arkasını" anlatma iddiasını taşıdı. Ancak filmi izlediğimizde, ortaya çıkan hikayenin sansasyonel detaylarla şişirilmiş, dramatik abartılarla dolu bir "Hollywoodlaştırılmış" masal olduğunu görmek kaçınılmaz hale geliyor.
Öncelikle filmin baş kahramanı Mark Zuckerberg'in kişiliği ele alınacak olursa, Jesse Eisenberg'in canlandırdığı karakter abartılı bir şekilde asosyal, narsistik ve empati yoksunu bir figür olarak resmedilmiş. Film, Zuckerberg'in yeteneklerini ve zekasını ön plana çıkarmak yerine onu sürekli bir anti-kahraman olarak sunarak dramatik etkisini artırmaya çalışıyor. Gerçek Zuckerberg'in muhtemelen daha karmaşık ve çok yönlü bir karakter olduğu gerçeği göz ardı edilerek, izleyiciye basit bir "dahi ama duyarsız adam" formülü sunuluyor. Bu da karakterin derinliğini kaybetmesine neden oluyor.
Filmin dramatik yapısına baktığımızda, Aaron Sorkin'in senaryosu olayları mümkün olduğunca çarpıcı hale getirmek için sık sık gerçekliği manipüle ediyor. Örneğin, Facebook'un kuruluş hikayesi filmde son derece duygusal ve ihanet dolu bir anlatıma büründürülmüşken, gerçekte iş dünyasında oldukça olağan ve sıradan sayılabilecek birçok dinamik, ihanet ve entrika olarak sunuluyor. Eduardo Saverin karakteri (Andrew Garfield tarafından canlandırılan), Zuckerberg'in gözünde adeta bir mağdur haline getirilirken, iş dünyasındaki gerçek çatışmalar ve anlaşmazlıklar tek taraflı bir bakış açısıyla veriliyor.
Film, Harvard Üniversitesi'ndeki öğrenci hayatını neredeyse karikatürize ederek sunuyor. Harvard öğrencileri filmde ya abartılı bir şekilde entelektüel ya da aşırı derecede yüzeysel partilere odaklı bireyler olarak gösteriliyor. Gerçekte üniversite atmosferi çok daha karmaşık ve çeşitli olsa da film, izleyiciyi eğlendirmek adına gerçekçilikten feragat etmiş durumda.
Ayrıca Fincher'ın karanlık ve soğuk renk paleti, filmin kasvetli atmosferini desteklemekle birlikte, gereğinden fazla ciddiyet yüklüyor. Facebook'un kuruluş süreci ne kadar rekabetçi ve stresli olursa olsun, film bu süreci aşırı karanlık bir drama olarak yansıtıyor. Teknoloji dünyasının dinamizmini ve heyecanını vermek yerine, karakterleri sürekli olarak mutsuz, gergin ve yalnız bireyler olarak göstermeyi tercih ediyor. Bu da filmdeki karakterlerin gerçek hayattaki muadillerine göre oldukça tek boyutlu kalmasına neden oluyor.
Filmdeki diyalogların keskinliği ve zekâ dolu olduğu iddia edilse de, Sorkin'in senaryosu yer yer diyalogların fazlasıyla yapay ve sahte hissettirdiği noktalara ulaşıyor. Karakterler, neredeyse insanüstü hızda konuşuyor ve her replik bir öncekinden daha "zeki" olmaya çalışıyor. Bu durum, izleyicinin gerçekçiliğe olan inancını zedeliyor ve diyaloğun doğallığını tamamen ortadan kaldırıyor.
Sonuç olarak The Social Network, Zuckerberg ve Facebook'un hikayesini anlatırken gerçeği ikinci plana atan, dramatik etkiyi artırmak adına önemli detayları abartan, kişilikleri tek yönlü hale getiren ve olay örgüsünü çarpıtan bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Evet, eğlenceli olabilir, sürükleyici olabilir, ama kesinlikle bir "biyografi" filmi olarak değerlendirilemez. Film, Facebook'un yükselişini anlatan bir tarih dersi olmaktan çok, abartılı bir Hollywood dramasına dönüşüyor.