Öncelikle şunu bilmek gerekir ki; filmimiz kesinlikle bir aşk filmi değil. Evet, başlarda Londra'nın o büyük malikanelerinde, çokça kez izlemiş ve okumuş olduğumuz o eski zamanlara özgü aşk filmleri havasıyla başlıyor. Etrafında insanı büyüler nitelikle görkemli bir yeşillik zenginliğine sahip, kısa bir yürüme mesafesinde bir su kaynağına sahip, kocaman odaları ve onlarca hizmetkarı ile adeta masalsı bir yaşantının portrelerini görerek başlıyorsunuz filme.
Ancak filmin adeta 3 farklı yapısı var denebilir. Bir anda kendinizi Dunkirk olayları ile birlikte savaş yıllarında buluyorsunuz. Dakikalar önce bir aşk filmi hayali ile izlediğiniz film, bir anda bambaşka bir havaya bürünüyor ve bu geçiş de epey sert oluyor.
Son kısım ise Bronie adlı karakterin itirafları ile geçiyor. Aslında bence vurucu nokta burası olmuş çünkü izlerken dahi başrol oyuncularının ölümünden bahsettiği yerde ufak bir duygu seline kapılmadım değil. Birkaç saniyeliğine size, hayatımızdaki ufak bir olayın ne kadar önemli olduğunu düşündürüyor. Bir akşam, bütün hayatınız değişebiliyor. Hayalleriniz, hedefleriniz...
Filme dair en büyük eleştirim, savaş kısmının bence gerektiğinden fazla gösterilmesi oldu. Nihayetinde dram-aşk merkezli bir filmde, o atmosferi bu kadar solumamız gerekmiyordu. Çünkü pembe bulutlar üstünde başlayan filme anında gri bulutların çökmesi bir duygu karmaşası da oluşturuyor.
Genel olarak baktığınızda çok kuvvetli bir senaryodan bahsetmek mümkün değil. Başrol oyuncularının aşkına dair de çok şeyler izleme fırsatımız olmadı. Kendilerini kısa sürede bambaşka bir hayatın içinde izledik. O yüzden kesinlikle aşkın arka planda kaldığı bir senaryo demek mümkündür.
Filmin başlarında çekilen bazı sahneler, görsel anlamda çok estetikti. Gayet arka plan yapılacak cinsten fotoğraflar yakalanabilir. Filmimizin Cecilia'sı olan Keira Knightley ise sanırım dünyaya aşk filmlerinde başrol oynamak için gelmiş.