Annabelle Attanasio’nın yönettiği Mickey and The Bear, sinemada görmeye çok fazla aşina olduğumuz bir büyüme hikâyesi. Kırsal bir kesimde yaşayan bir baba ile genç kızı birbirine bağlayan asıl şey bir kayıp aslında. Zira pamuk ipliğine bağlı bir birliktelik söz konusu bu baba-kız hikâyesinde. Çünkü ilk andan itibaren Irak savaşı gazisi olan babanın, yaşadığı büyük travmayı atlatamaması, ilaç bağımlısı olması ve tüm bu sebeplerle bakıma muhtaç olması yetmezmiş gibi kızını adeta bir koltuk değneği gibi kullanması biz seyirciye bile çoğu zaman fazla geliyor. Bir de filmin birçok defa ima ettiği bir diğer meselenin eklenmesi filmin sonunu kısa zamanda bize belli ediyor. Bu nedenle sürpriz bir son bekleyen ya da cevaplanmamış sorularla yola devam etmek isteyen seyirci için yanlış tercih olabilir Mickey and The Bear. Bunun yanında dolapta duran elbiselerin, kopmak üzere olan ikiliyi bir arada tutabilmesi gibi detaylar filmi ilginç kılabiliyor. Zira kaybedilmiş bir eş ve annenin kıyafetleri neredeyse filmin bir diğer karakteri gibi.
Uzun bir süre kadın karakterimiz yine mi bir erkeğin sayesinde kurtuluşu tadacak diye tereddüt ederken karakterimizin herkese sırtını dönüp kendi kurtuluşuna tek başına çıkması çok anlamlı. İzlerken yer yer American Honey’i aklıma getiren filmin, kusurlarına rağmen Amerikan bağımsızları arasında hatırı sayılır bir yere sahip olacağını düşünüyorum. American Honey’de filmin başında kozasından çıkıp kelebek olmak için ilk adımını atan Star’a yaptığımız yol arkadaşlığı ile filmin sonunda kozasından sıyrılan Mickey’e yaptığımız yol arkadaşlığı bambaşka olsa da birçok ortaklık taşıdıkları tartışılmaz bir gerçek.
Ukrayna 2014 yılından beri amansız bir savaşın içerisinde bilindiği üzere. Ve artık bu savaş birçok filme de konu olmakta. Geçen yıl izlediğimiz Donbass bunlardan biriydi. Atlantis de yine aynı savaşı alıyor merkezine. Lakin bu kez yıl 2025 ve savaş bitmiş. Savaşın bittiği topraklarda yaşamak ise savaşın devam ettiği yıllardaki yaşamdan pek de farklı değil. Zira savaşın arkasındaki zayiat çok ağır. Film bu zayiatın psikolojik yönünü savaşta askerlik yapmış Sergiy üzerinden kurarken savaşın ekolojik etkisini de bir o kadar odağına alıyor. Kapanan fabrikalar, bunalımdaki insanlar, toplu mezarlar, yaşanılamayacak hale gelmiş adeta zehir saçılmış topraklar… Atlantis işte tüm bu karamsar tablo içerisinde bir şekilde hayatta ve aynı zamanda topraklarında kalıp yaşama tutunmaya çalışan iki insanın birlikteliğiyle son buluyor.
Daha çok Kabile (The Tribe) filminin yapımında, görüntü yönetiminde ve kurgusunda imzası olmasıyla tanıdığımız Valentyn Vasyanovych bana kalırsa oldukça başarılı bir işe imza atmış. Özellikle filmin nefes almakta zorlanacağınız karamsar atmosferinin bir de kamera kullanımıyla zirve yaptığı söylenebilir. Vasyanovych kadrajın tam ortasına yerleştirdiği hareketsiz kamerası ile tek tek sayabileceğimiz kadar az sahneye yer veriyor filminde. Son olarak bir termal kamera görüntüsüyle başlayıp diğer bir termal kamera görüntüsüyle son bulan Atlantis, nefret ve umut arasındaki çizgiyi eksiksiz çiziyor gibi.
Felipe Bragança’nın filmi Sarı Hayvan, tartışmasız festivalin en zorlayıcı deneyimini sunuyor. Zira bilinen ya da alışık olunan film kodlarını inkâr eden bir yapısı var filmin. İki odak noktayı aynı potada başarıyla eriten Sarı Hayvan, dilediği filmi hiçbir yapımcının müdahalesine izin vermeden çekmeye çalışan genç bir yönetmenin filmi uğruna giriştiği işlerini ve beyaz insanın sömürgeleştirdiği toplumlardaki izlerini sürüyor. Bir yandan geçmişten bu yana devam eden ve bir türlü bitmeyen beyaz insanın sömürüsü her fırsatta eleştirilirken bir yandan da bir film çekmek için yasadışı işler bile yapmaktan çekinmeyen bir yönetmenin akıl almaz serüvenine ortak olmak gerçekten de daha önce örneği görülmemiş özgünlükte bir iş. Bragança, fantastik öğelerden, gerçek üstü olaylardan, mitolojiden, politik göndermelerden ve daha nicelerinden beslenmekten imtina etmemiş filmi için. Üstelik bu kadar çok farklı öğeyi buluşturmasının, bu kadar kalıplara sığmayan tarzının ve oldukça büyük meseleleri ele almasının altında da ezilmiyor açıkçası. Lakin tüm bunların yanında cinsiyet meselesi konusunda sınıfta kalması nedeniyle hayal kırıklığı da yaratmıyor değil.
Yarattığı basit ve tüylü bir kostüm sayesinde güçlü bir karakter yaratıp ve yarattığı bu yaratığı tüm
meselelerinin odak noktası yaparken gösterdiği hassasiyeti ne yazı ki her konuda gösteremiyor. Dileriz böyle nevi şahsına münhasır işleriyle tekrar karşımıza çıktığında bu nadide yönetmenimiz cinsiyet konusundaki hassasiyetini gözden geçirir.
Almanya’da yaşayan Kosovalı Visar Morina’nın ikinci uzun metrajı olan Exil, ırkçılık mevzusunu tabiri caizse ters köşe yaparak sunuyor bizlere. Tıpkı Morina gibi başkarakter de Almanya’da yaşayan bir Kosovalı. Lakin oldukça iyi bir eğitim almış, yüksek mertebede bir işe sahip, Alman biriyle evli ve oldukça rahat koşullarda yaşayan üst orta sınıfa ait bir birey Cafer. Açıkçası bu durumda iş yerinde ırkçılığa uğradığını düşünen Cafer’in hezeyanlarına tam olarak ortak olmak zor oluyor. Zira Cafer’in aynı iş yerinde çalışan yine Kosovalı temizlik görevlisi kadına muamelesi çok daha rahatsız edicidir. Demem o ki Cafer’in yaşadığını iddia ettiği ırkçılığın çok daha rahatsız edici olanını Cafer’in kendi ırkdaşına davranışında görüyoruz. Cafer bu gibi birçok davranışından dolayı zaten asla seyirci olarak özdeşlik kurulacak bir karakter olamıyor. Tüm bu sebeple de zaten filmdeki gizemi çözmek için tarafsız bir şekilde olayları akıl süzgecinden geçirebiliyoruz. Bana kalırsa yönetmenin yaptığı en anlamlı şeylerden biri de bu. Morina, seyirciye kendi çizdiği yoldan gitmeyi değil tam aksine sunduğu birçok yoldan seyircinin istediğine yönelmesine olanak sağlıyor. Öyle ki zaten bir süre sonra masum, suçlu, ırkçı, faşist kim hepsi birbirine karışıyor. Kafalardaki hazır şablonlar yıkılıp maskelerin ardındaki gerçek paranoyalar ortaya çıkıyor.
Yabancı, en büyük düşmanı bireyin kendi içinde yarattığını söyleyen eşine az rastlanacak başarıda bir film. Filmin odaklandığı mevzuyu aktarış şeklinin başarısına bir de tüm bu meseleye mükemmel bir şekilde eşlik eden müzikleri, mekân tasarımı (yeşil ağırlıklı ve oldukça sıradan, basık, kasvetli iç mekânlar), sürekli terleyen karakterleri, oldukça rahatsız edici kâbuslarıyla takdire şayan kesinlikle. Bir süre sonra kalp sıkışması, terleme, mide bulantısı ve sebepsiz bir öfke krizi gibi yan etkileri olan bu filmin Oscar yolunda (Kosova’nın Oscar aday adayı olarak seçildi.) önü epey açık gibi.
Geçmişten bu yana hikâye anlatma konusunda defalarca rüştünü ispatlamış olan İran sineması, bir
sonraki işini merakla bekleyeceğimiz yeni bir yönetmenle bir kez daha kendine hayran bırakıyor. İlk uzun metrajına imza atan Mahnaz Mohammadi hemcinsinin ve bir çocuğun İran’da yaşamak için verdiği savaşı ajitasyona kaçmadan veya yaşananların temsili sorumlusunu (Leyla ile evlenmek isteyen adam)mutlak kötü ilan etmeden kuruyor hikâyesini. Anne ve oğlun hikâyesi olarak iki parçadan oluşan film, ilk bölümde annenin çaresizliği, ikinci bölümdeyse çocuğun yaşadığı dram üzerinden ilerliyor. Her bir bölüm de birbirinden çıkışsız, umutsuz ve bir o kadar da acınası… Leyla ile Emir Ali’nin dramının belki de en önemli sebebi İran’ın rejimi, kültürü ve dini inanışı. Elbette yoksulluk da sebeplerden biri. Lakin tüm diğer sebeplerden sonra gelmekte bana kalırsa. Üstelik filmde karşılaştığımız hiçbir karakterin ne bu düzeni ne bu dini gerekleri ne de benimsenen gelenekleri içselleştirip savunduğu söylenilebilir. Lakin çevre ve aile baskısı öylesine kuvvetli ki karakterler asla dâhil olmadıkları bu inanışları devam ettirmekle kendilerini sorumlu hissediyorlar ne yazık ki. Öylesine bir mahkûm oluş var Leyla ve Emir Ali’nin yaşadıklarında.
Özellikle ikinci yarıda yani Emir Ali’nin bölümünde İran sinemasında çocukların trajedisi ile ilgili
anlatılacakların hiç bitmeyeceği bir kez daha fark ediliyor. Daha ne anlatılabilir bu çocuklarla ilgili derken Emir Ali karakterinin yaşadıkları, daha ne anlatıldı ki diyor adeta. Oğul-Ana elbette birçok noksanı da olan bir film. Lakin ilk uzun metrajını çeken bir yönetmenin işi olması açısından bir yandan da oldukça tatmin edici. Zira bunda filmin senaryosunda imzası bulunan Mohammad Rasoulof’un da payı yadsınamaz.
Beden ve Yüz filmleriyle yakından tanıdığımız Malgorzata Szumowska, Öteki Kuzu filmiyle seyircinin ondan beklediğini tam olarak veremiyor ne yazık ki. Szumowska tıpkı Yüz filminde olduğu gibi nefis bir
sinematografi sunsa da ya da ses miksajı, müzikleri ve oyunculuklarıyla kusursuz bir filme imza atsa da
yine de tam olarak seyirciye ulaşmakta zorlanıyor. Dünya nimetlerinden uzaklaşıp inzivada bir hayat yaşayan tarikatın lideri olan tek erkek ve onun eşleri ve kızları var sahnede. Aslında alt metnine baktığımızda sahnede İsa Mesih ve ona kendini adamış müritlerini görüyoruz. Çoban olarak adlandırılan lider, hem görüntü hem de güya kendine yüklediği misyonla tam olarak bir İsa temsili. Fakat gerek eşleri gerek de kızları olan tüm kadınlar, kız kardeşler diye adlandırılıyor ve sadece Çoban’ın cinsel arzusuna hizmet ediyor. Hatta tam anlamıyla filmdeki kadınlarla tarikata eşlik eden koyunları aynı yere koyuyor çoban. Koyunlar nasıl sadece eti, yünü ve sütü için varsa kadınlar da sadece eti, hizmeti ve doğurganlığı için var. Buradan Carol Adams’ın Etin Cinsel Politikası kitabı üzerinden bambaşka bir okuma yapılabilir filme diye de belirtmek isterim. Film, her ne kadar sonunda bu gidişatın intikamını alsa da bu ataerkil düzende geçen her bir dakikayı izlemek adeta kâbusa dönüşebiliyor. Elbette bu filmin başarısı. Lakin film, yarattığı atmosferin ilginçliğini kaybettikçe uzun olmayan süresine rağmen seyir zevkini gittikçe tüketiyor. Bunun da en büyük sebebi her ne kadar Hristiyanlık simgeleriyle donatılmış, gerek sanat eserlerinden gerek İncil’den birçok referans içeriyor olmasına rağmen senaryo ve diyaloglar konusunda sırtlandığı çuvalı taşımakta zorlanıyor olması diye düşünüyorum.
Son tahlilde tüm noksanlarına rağmen başkarakterin kâbuslarla dolu büyüme hikâyesine eşlik etmek yer yer ilginç bir deneyim sunmuyor da diyemeyiz. Açıkçası final sahnesi bile film esnasındaki yaşadığımız sıkıntılı anları affettirebiliyor. Zira feminist duyguların arşa çıktığı ve sadece erkin değil İsa vasıtasıyla dinin de cezalandırıldığı bir filmi elimizin tersiyle itmek haksızlık olur sanırım.