Yine bir büyüme hikâyesi karşılıyor bizleri. Hatta birçok bilindik coming of age filmiyle akrabalığı olan bir yapım Koza. Lakin yine de yönetmen Leonie Krippendorff, filmine özgün dokunuşlar yaparak hikâyesinin içinde keyifle sürüklenebileceğimiz bir işe imza atıyor. Öncelikle film için seçilen mekânın bunda katkısı çok fazla. Krippendorff, Almanya’nın oldukça kozmopolit bir yapıya sahip olan semti Kreuzberg’i seçmiş filmi için. Özellikle odaklandığımız karakter Nora başta olmak üzere filmdeki her biri farklı bir renkte, dinde, dilde ve cinsel yönelimde olan gençlere odaklanan bir filmin böylesi bir mekânda geçmesi oldukça isabetli bir karar. Zira karakterler ve yaşanılanlar tam anlamıyla mekânın yapısıyla ve dokusuyla iç içe giriyor.
Nora, tıpkı beslediği ve kelebek olunca özgürlüğe uçurduğu tırtıllar gibi. Adeta kozalarını bin bir güçlükle yırtıp da ölüme doğru kanat çırpışı bizzat Nora’nın kendisinde de şahit oluyoruz. 2018 yılının yaz mevsiminde geçen süreçte Nora regl oluyor, kendini tanıyor, cinsel yönelimini keşfediyor. Açıkçası Nora, 2018 yazında büyüyor. Lakin Nora’nın büyüyüşü herkesten daha şiddetli ve acı verici değil. Demem o ki yönetmen sırf farklı bir cinsel yönelimi var diye buradan bir ajitasyona gitmiyor. Öyle ki Nora’nın kendisinden sadece birkaç yaş büyük ablası da ebeveyn ilgisizliğinden, bedeniyle barışamama problemlerinden ve aşk acısından, görünür olmamaktan muzdarip. Hatta Jule, bu süreci Nora’dan daha sancılı yaşıyor bile diyebiliriz. Bunun da en büyük sebebi Nora’nın aynı zamanda güçlü bir gözlemci, yaşından daha olgun ve birçok mesele hakkında genel geçer yargıların dışında kendine has fikirlere sahip olacak kadar incelikli çizilmiş bir karakter olması etkili elbette. Son tahlilde Koza her ne kadar türe hâkim olanlar için tahmin edilebilir ve çoktan tüketilmiş bir hikâyeye sahip olsa da yine de özgün yanlarıyla festivalin enlerinden benim için.
Daha önceki yapımlarıyla çeşitli ödüllere layık görülen ve bu nedenle aslında sinema alanındaki maharetini az çok ispatlamış bir isim olan Rúnar Rúnarsson, Yankılar filmiyle zor bir tür ile karşımıza çıkarak bu alanda ne kadar iddialı olduğunu ispatlıyor. Zira birbiriyle İzlanda’da geçmesi dışında hiçbir bağı olmayan 56 sahnenin ard arda eklenmesinden meydana gelen film, Rúnarsson’ın elinde seyirciyi birçok hikâyesi olan filmden çok daha fazla etkilemeyi başarıyor. Açıkçası sadece 56 sahne ile bir ülke panoraması çizmek oldukça zorlu bir iş. Yönetmen ülkesindeki hayat ile ilgili tek bir konuya odaklanan kurmaca bir film yapmaktansa 56 sahne ile farklı insanlara ve onların anlık hayatlarına çeviriyor kamerasını. Lakin bunu öylesine büyük bir incelikle yapıyor ki 56 tane İzlanda filmi izlesek belki de bu denli İzlanda’yı ve İzlandalıları tanımamız mümkün olmayabilirdi. Bunun en önemli nedeni yönetmenin ülkesini ve insanlarını çok iyi gözlemleyip tanımış olmasıdır bana kalırsa. Üstelik film asla İzlandalıları ve oradaki yaşayışı olumlayan ya da olumlu şeylere odaklanan bir film değil. Yeri geliyor film, karakterlerle dalga da geçiyor yeri geliyor eleştirel bir bakış açısıyla da yaklaşıyor. Ki böylece biz seyircilere de o samimiyet başarıyla nüfus ediyor.
İskandinav ülkelerinin buz gibi tavrından hoşlanmayanların bile zevk alacağı ve mutlaka en azından birkaç sahnesinden etkilenecekleri Yankılar, festivalin şahsına münhasır filmlerinden olmayı en çok hak edenlerden. Böylesine bir filmin başarısındaki en büyük payın kurgusu olduğunu ve bu konuda da filmin fazlasıyla şanslı olduğunu söylememek olmaz. Jacob Secher Schulsinger’in filmin başarısındaki katkısı azımsanacak gibi değil. Son olarak Yankılar’ın oldukça büyük emeklerle ortaya çıktığını sadece filmin oyunca kadrosuna bakarak bile anlamak mümkün. Her bir sahne için özenle seçilmiş farklı oyuncular boy gösteriyor zira.
Denizaltısı da Olsun İsteyen Cam Temizleyicisi
Tam anlamıyla fantastik bir film olan Denizaltısı da Olsun İsteyen Cam Temizleyicisi, bunun yanında alt metninde çok güçlü mesajlar vermekte. Filipinler’de bir cangılda yerel halktan biri tarafından keşfedilen kulübe ile tanışmamızla başlıyor film. Fakat yerli halk tarafından lanetli bir yer olabileceğinden kuşkulanılarak yaklaşılan kulübe bir yandan da okyanusta seyahat etmekte olan bir yolcu gemisine ve Güney Amerika’da yalnız yaşayan bir kadının evine bağlanıyor. Birbirlerinden habersiz, dillerini bilmedikleri ve tamamen farklı hayatlar yaşayan insanların hepsinin nihayetinde bir yerde kesiştiğini görüyoruz bu kulübe sayesinde. Aslında bu kulübe tüm her şeyin kalbi gibidir. Lakin her şeye korkuyla yaklaşan insan bir süre sonra tüm hayatı dengede tutan noktayı havaya uçurarak kendi kafasında oluşturduğu hayaletten kurtulmaya çalışınca sonu kendisini de yakacak bir felakete yol açıyor bir nevi.
Evet, görünürde oldukça akla mantığa sığmayacak öğelerden beslenen film, derinlerine dalınca çok mantıklı şeyler söylüyor aslında. Birbirine açılan kapılar, sınırdan geleni sükûnetle karşılayanların yanında korkuyla yaklaşanlar, yarattığı canavarı gerçeğe dönüştürenler ve daha niceleriyle donanmış bu film yer yer seyri zorlaştıran bir yapıya sahip olsa da farklı türlerden zevk alanlar için bulunmaz bir nimet.
Luxor, tabiri caizse tam anlamıyla bir festival filmi. Zira bir festival tarafından genelde aranan tüm kriterleri alışveriş çantasına doldurup sonra da onlardan bilinen bir yemeği farklı bir şekilde bize sunuyor yönetmen sadece. Üstelik gerçekten seyircinin bu yemekten sıkıldığı da aşikârdır. Muhtemelen yurdundaki hayatından, geçmişinden kaçarak doğuya kendini bulmaya gelen bir karakter Hana. Savaşta doktorluk yaparak kim bilir belki vicdanını rahatlatmaya belki de kendini tatmin etmeye çalışan Hana’yı artık ayakta duracak bile mecali, yaşama sevinci kalmamış bir haldeyken tanıyoruz. Kısa bir tatil amacıyla daha önce doktorluk yaptığı ve büyük bir de aşk yaşadığı Mısır’a gelen Hana, ölü toprağı serpilmiş haliyle bizi de oldukça sıkıcı bir yolculuğa ortak ediyor. Hana, kimi zaman rearkarnasyondan, spiritüel inanışlardan, fallardan, dualardan medet umarak ya da geçmişin dehlizlerinde dolaşarak iyileşmeye çalışıyor. Fakat yönetmen Zeina Durra, Hana’nın bu yolculuğundaki samimiyete bizi ortak edemiyor. Üstelik Hana öyle bir yıkım içinde yansıyor ki bize asla zaten iyileşebileceğine olan inancı da bir an olsun hissettiremiyor.
Tüm bu umutsuz yapısına rağmen umutlu bir sonla biten Luxor, finali konusunda da seyirciyi ikna etmekte başarılı olabiliyor mu emin değilim. Tabii bir de geçmişte kariyerinden, amaçlarından vazgeçmeyen Hana’nın bu kez direnemeyip her şeyden vazgeçip âşık olduğu adamın teklifini kabul etmesi de ayrı bir tartışma konusu. Keşke tekrar kendini yenileyip yola daha da büyük bir inançla devam etseydi Hana.
Polonyalı usta yazar-yönetmen Andrzej Zulawski’nin senaryosunu yazdığı fakat kansere yakalandığı için çekemediği Kuş Dili, oğlu Xawery Zulawski tarafından hayat buluyor. Usta yönetmen hastalığı nedeniyle senaryoyu oğluna teslim ettikten kısa bir süre sonra hayatını kaybediyor. Böylece Xawery Zulawski aslında bir nevi babasına son görevini yerine getiriyor bu filmiyle. Üstelik boynuz kulağı geçer misali adeta babasının ruhunu yaşatıyor filmde. Elbette Kuş Dili’nin baba Zulawski filmi izliyormuşuz hissiyatı uyandırmasının en büyük sebebi senaryo. Ama oğul Zulawski’de de tıpkı babasında her daim mevcut olan sürrealist yönün kuvvetli olduğunu görmemek mümkün değil.
Andrzej Zulawski’nin alter egosunu canlandıran bir karakterin de hayat bulduğu filmde yönetmen, ressam, müzisyen, şarkıcı, temizlikçi, bankacı, faşist bir öğrenci grubu, Yahudi bir öğretmen, sinema sevdalısı bir genç ve daha niceleri var. Öyle ki adeta Polonya panoraması için incelikle seçilmiş hepsi. Polonya’nın geçmişten bu yana geçirdiği dönüşüm, şu an içine düştüğü dipsiz kuyu oldukça sert bir yerden eleştiriliyor. Andrej Zulawski, ülkesine her geldiğinde gördüğü memleket manzarasından çektiği acıyı, her defasında sansürle karşılaştığı için tekrar uzaklaşmak zorunda kalmasının acısını eksiksiz yansıtmış son yazdığı senaryoya. Bu film, onun ülkesiyle, defaat ile sansüre uğrayan sinemasıyla bir vedalaşması belki de. Lakin bu vedalaşma diğer yandan da onun kadar sivri dilli, baskın ve ne yaptığını çok iyi bilen bir yönetmenin doğuşunun da müjdecisi aynı zamanda. Zira genelde tv işleriyle kariyerini sürdüren Xawery Zulawski’nin bundan sonra sinemaya daha çok eğileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Bugüne kadar Meksika’daki uyuşturucu kartelleriyle ilgili nice film çekildi. Fazlasıyla sert ve yer yer izlemesi zor şiddet sahneleri içeren ya da yürek parçalayan anlara sahip nice film… İnsanın insanı kırdığı, adeta herkesin birbirini zehirlediği, devlet kurumlarının kimin yanında olduğunun belirsizleştiği bu filmlerin hepsine yeni bir kapı aralıyor Joshua Gil’in yönettiği Sanctorum. Evet, yine karteller, kartellerle işbirliği yapan kolluk güçleri ve en ağır işi yapsa da bu pazardan sadece hayatta kalacak kadar kazanan en alttakiler bu filmde de var. Lakin kalan her şey bambaşka… Öncelikle filmde oldukça uzaktan çekimle gösterilen tek bir sahne hariç hiçbir şiddet sahnesine rastlamıyoruz. Zira film asla bu taraftan bir prim yapma peşinde değil. Yine kaçma –kovalama sahneleri de yok. Tüm bunların yerine yer yer fantastik öğeler de barındıran muhteşem doğa görüntüleri, doğanın konuşması ve yerel halkın pagan gelenekleriyle örülü hayatları var.
İnsanlığın gelmiş olduğu noktada, artık iyiliğin tekrar vuku bulacağına olan inancın kalmadığı yerde kontrolü eline alarak her şeye son veren tabiat, filmin kesinlikle başkarakteri. Oyuncuların yerel halktan oluştuğu ve her şeyin tüm gerçekliğiyle sahnelendiği Sanctorum, yeryüzünü diğer canlılarla paylaşan insanlığın geldiği noktaya hem bir öfke hem de bir ağıtken aynı zamanda doğanın tekrar egemenliği ele geçirmesi açısından da bir öze dönüş, yenilenmedir.
Tuba Büdüş