Eylemlerimiz bizi nasıl tanımlar? Gündelik hayatta yapılan sıradan konuşmaları ilgi çekici kılan şey nedir? Olmak mı, olmamak mı? Persona'yı izlerken yönetmen Ingmar Bergman'ın sorduğu ve aklıma takılan sorulardan başlıcaları bunlar. Ingmar Bergman, Persona'yı hastayken bir çeşit öfkelenme sonucunda aklına gelen sıra dışı bir fikirle yazdığını açıklıyor. Bergman'a göre Persona, sadece bir "film" değil. Bir sinemaya gittiğimizde ve film başladığında, ekranda gördüğümüz şeylerin bir dizi ayarlanmış sahneler olduğunu unuturuz ve 2 saatliğine gerçek dünyadan koparız. İşte Persona'yı bu kadar farklı yapan ana etmen de burada devreye giriyor. Sinema filmlerinin çoğu, seyirciye sadece bir film izlediklerini hatırlatarak ilüzyonu gerçekçi tutmaya çalışır. Fakat Bergman ise hikayesinin gerçek olmadığını, filmin kamera arkası ve yanan bir projeksiyon makinesi gibi görüntüleri tekrar tekrar göstererek bizi sürekli hikayenin akışından uzaklaştırıyor. Hatta filmin yarısında görüntünün yanıp ekranın bembeyaz olduğu bir bölüm bile var. Ama bunlara rağmen Persona, şu ana kadar hiçbir filmde görmediğim şekilde çarpıcı bir etkiye sahip. Filmi neredeyse 1 ay önce izlemiş olmama ve gördüğüm her şeye karşılık kesin bir cevabım olmamasına rağmen, Persona aklımın derinliklerine inmeyi başardı. Persona, izlediğim en özgün, akılda kalıcı ve etkileyici filmlerden birisi.
Persona'nın ilk 4 dakikası tamamen görsellerden oluşan, sessizliğine rağmen çok fazla şey anlatan bir şiir ile başlıyor. Eskilerden siyah beyaz bir animasyon, kanı akan bir hayvan, ele bir çivinin çakılması gibi görsellere tanık oluyoruz. Bu bölüm, sinemanın doğumunu ve aynı zamanda Persona'nın başlangıcını simgeliyor. Yapılan sıra dışı girişten sonra film başlıyor ve daha anlaşılabilir bir hikaye ile gidişatını sürdürüyor. Hikayenin merkezinde bir oyunun ortasında konuşmayı bırakan ve halen bir kelime söylememiş olan oyuncu Elisabet (Liv Ullmann) ile ona bakan hemşire Alma (Bibi Andersson) var. Alma'ya verilen görev ise, Elisabet ile bir tatile çıkıp onun güvenini ve konuşmasını sağlamak.
Bundan sonra yaşanan olayları takip etmek daha ilginç bir hal alıyor. Elisabet sustukça, Alma konuşmaya devam ediyor. Ve Persona'nın neredeyse tamamını ise bu uzun konuşmalar ile gündelik hayatta yapılan sıradan şeyler oluşturuyor. Sinemada "Show, don't tell" diye bir kural vardır ve hikayede yaşanan şeyleri başkasının anlatması ile öğrenmekten ziyade bu sahnelerin gerçekten gösterilmesini teşvik eder. Özellikle günümüzdeki çoğu film bu kural etrafında ilerler. Fakat Persona'yı bu kadar ilgi çekici yapan şeylerden biri ise, bunun tam tersini uyguluyor olması. Film boyunca sadece karakterlerin konuşmalarını dinliyoruz ve bu konuşmalarda geçen olayların hiçbirinin nasıl yaşandığını göremiyoruz. Başka bir filmde bu oldukça can sıkıcı bir durum olabilecekken, Persona ise bunu avantaja çevirmeyi başarıyor. Bu sayede karakterlerin kişiliklerini, yüz ifadelerini ve yaşadığı duyguları gözlemliyor ve hikayenin yarattığı ilüzyona kapılıyoruz. Bergman, filmdeki monologlar ve diyaloglar olduğu esnada düşüncelerin nasıl gerçekçi görüntüler yarattığını bize gösteriyor. Bu yüzden Persona'da yaşanan sıradan sahnelerin hiçbiri sıkıcı veya gereksiz hissettirmiyor.
Filmin ortalarına doğru Alma ile Elisabet, bir olmaya başlıyor. İki karakterin de benzer yanlar taşıyan geçmişleri ile zıt kişiliklerinin nasıl bir araya geldiğini görüyoruz. Bu gidişle, hasta olmasına rağmen kendisinden daha güçlü olan Elisabet'e yenik düşüyor Alma. Filmin bir sahnesinde Alma, yerden kırık bir cam parçasını alıp Elisabet'in yürüyebileceği bir yere bırakıyor. Elisabet cam parçasıyla ayağını kestiği zaman Alma'ya bakıyor. Burada Alma, görevine aykırı olan bir şeyi yaparak zayıf yanını belli ettiği için güçlenen kişi Elisabet oluyor. Ve birdenbire film şeridi yanmaya başlıyor. Ekran bembeyaz oluyor ve açılış sahnesi yeniden tekrar edilerek film ilerlemeye devam ediyor. Filmin finalinde ise projeksiyonu çalıştıran ışık tükeniyor ve film şeridi duruyor.
Çoğu insan dünyada yaşadığı deneyimler haricinde kendisini düşündüğünde yaşadığı anılar, düşünceler, başka insanlar ve duygular ön plandadır. Persona'da ise Elisabet, kendisi olmayı tercih ediyor. Fakat Alma ise Elisabet olmayı tercih edecek kadar cesur birisi değil. Filmde en çok duygu değişiminden geçen kişi Alma olsa da, aynı zamanda en çok endişe ve korkuya sahip olan kişi de o. Filmin adı da buradan geliyor: Persona. (Persona'nın Latince kelime anlamı ise; "Antik çağlardaki oyuncular tarafından giyilen yüz maskelerine verilen isim."
Eğer daha önceden Persona'yı izlemediyseniz, çok şey kaçırıyorsunuz. Persona, sinemanın sınırlarını zorlayan, baş döndüren, zorlayıcı bir film. Hikayenin anlaşılabilir gidişatına rağmen senaryonun birden fazla katmanda var oluşu ve Bergman'ın detaylı yönetmenliği, Persona'yı her haliyle eşsiz bir film kılıyor. Persona'ya benzeyen bir filmin daha çekildiğini sanmıyorum. Ingmar Bergman'ın yönetmenliği, Liv Ullmann ile Bibi Andersson'ın performansları ve hikayenin seyirci üzerinde yarattığı rüya hissiyatı o kadar etkili ki, daha önceden hiçbir filmde yakalayamadığım bir etkiyi Persona'da yaşadım. Üstelik filmde daha değinemediğim o kadar çok şey var ki (eller ve yüzlerin filmde taşıdığı önem, 3 farklı bakış açısından çekilen final sahnesi gibi), bunların hepsini anlatmam bir ömür sürer. Persona, izledikten sonra hazmedilmesi gereken ve hakkında keşfedilecek çok şeyin olduğu filmlerden birisi. Filmi izler izlemez ne gördüğünüz hakkında kesin bir fikriniz olmasa bile, Persona'nın yarattığı hissiyat paha biçilemez. Sinema sanatının asıl var olma sebebi işte bu.
PUANIM: 10/10