FİLMİ İZLEDİKTEN SONRA UZUN SÜRE ETKİSİNDEN KURTULAMAYACAKSINIZ 10/10
Bir daha hiç bir film ama hiç bir film biz insanları bu kadar iyi anlatamayacak!Bu ister Esaretin Bedeli olsun,ister biz insanları çok iyi anlatan Haneke.. filmin devamı olan Manderlay için de geçerli!
Aslında filmde ki en büyük çarpıcılık daha en başından kendini gösteriyor.Soyut duvarlar!Aslında hepimiz bir soyut duvar taşımıyor muyuz?Artık her kadın cinayetleri haberinde,her tecavüz haberinde,her pedofili olayında,her siyasi olayda görmezden geliyoruz.Birşeyler değiştirmek elimizdeyken biz duvarı belirginleştiriyor yada Haneke'nin televizyon olayalarındaki gibi kanalı çeviriyoruz.Bu büyük mesaj dolayısıyla bile bu 'Brechtvari' dekor gözümüzde daha ihtişamlı görünüyor.
Filmde ahlak,üç maymun oynamak,merhamet,yardımlaşma gibi insani değerler öne alınsada bu film ''insanın doğasını anlatıyor''.Daha doğrusu ''kötülüğünü''.Moses bile kemiği çalınınca hırlıyor...Ama insanlar her zaman kötü.
Oyunculuklara gelecek olursak Nicole Kidman başta olmak üzere herkes harika oynuyor.Ama Nicole Kidman mühiş bir analiz yapıp -çünkü çoğu Trier kadınları gibi Grace'de çok zor bir karakter- en doğal şekilde insanı dehşete sürükleyecek bir başarıyla oynuyor.
İnsanlar yapabileceği herşeyi yapabilmeli çünkü doğamızda var görüşünde ve sonsuz aflar içersinde bir kadın.Bir Meryem Ana..İnsanlar cezalandırmak işe yarar mı sorusunu da beraberinde getiriyor.Ve gücün herşey olduğuna mı?
Filmin sonunda da görüyoruz ki Güç Herşeydir!Filmin son 20 dakikası insanın içini kemirir.Rahatsızlıktan karnınıza ağrılar girer.Çoğu Trier filmi gibi.Ama bu film mesajını dolaylı yoldan değilde aklınızın almayacağı bir şekilde gerçekçi ve net yapar.Trier bu filmde izleyiciye ''SEN BUSUN!'' diyor.Ve sonunda Moses'i ödüllendirmesi de sinema tarihinin en iyi geçişlerden biridir heralde...Günlerce,aylarca aklınızdan çıkaramıyorsunuz Dogville'i...Çünkü hiçbir film insanı bu kadar iyi anlatmıyor.
Dancer in the Dark (2000) dan 3 yıl sonra muhteşem bir filmle bizleri şaşırtan Lars Von Trier, sinemaya adını kazımaya devam ediyor. Dogville’ın hem senaryosunu hem yönetmenliğini üstlenen Lars Von Trier belki de sinema tarihinin en özgün filmlerinden bir tanesine imzasını atmış. Tiyatronun edebiyatla birleşerek sinemaya karıştığı Dogville insanlığın suçları, zaafları ve menfaatleri üzerine yazılmış çarpıcı bir film. Film Amerika’nın unutulmuş bir kasabasında (Dogville) geçiyor fakat çekimlerinin hepsi Avrupa’da bir tiyatro dekoru oluşturularak gerçekleşti. Lars Von Trier’in uçak korkusundan dolayı film Amerika’da çekilmedi. Özgün kamera teknikleri, mekan / ışık kullanımı ve masalsı anlatımı ile (John Hurt) muhteşem bir deneysel film. “Üçleme” olarak dururulan bu deneysel filmin ikinci ayağı “Manderley”, üçüncü ayağı ise “Wasington”. Manderley 2005’te gösterime girdi fakat Wasington hala çekilmedi. İnsanların zaafı oldukça köpeklerden farksız yaşayacakları ve doğası gereği zaaflarını sürdüreceğini vurgulayan filmde, suçlarının affedilmesi gerekip gerekmediği masaya yatırılıyor. Film idealist bir yapıya sahip olmadığı gibi idealizmin peşinde koşmanın neredeyse aptallık olduğunu savunmaktadır. Dogville, ahlaki etik açısından neyin doğru neyin yanlış olduğunu tartışmaya açarken insanın doğasında var olan iyilik/kötülük kavramını da sorgulamaktadır. Trier hikayeyi, ahlak bekçiliği yapmadan seyirciye aktarırken olaylardan çıkarım yapmamazı beklemektedir. Bu beklenti filmin sonuna kadar ilerler ve son sahnede yüzümüze tokat gibi vuran gerçeği hiç acımadan dile getirmiştir. Dogville, sıradan eğitimsiz insanların bu dünyada bir köle gibi yaşamaya mahkum olduklarını ve ne yaparlarsa bu kuralın değişmeyeceğini anti-hümanist bir tavırla anlatmaktadır. Yer yer seyirciyi rahatsız etme noktasına kadar varan haksız yere suçlanma ve mağdurun daha da kötü bir hala düşürülmesi , filmin sonundaki gerçeğin açığa çıkması açısından oldukça iyi işlenmiş. Trier, insan doğasını eleştirirken gereksiz romantizm ve iyimserliğe kaçmadan gerçekçi bir anlatımla görüşlerini aktarmıştır. İnsanın kırılganlığını, zaaflarını ve çıkarları uğruna yapabileceklerini anlamlı bir şekilde dile getirmiştir. Nitekim Grace (Nicole Kidman) onca iyimserliğine ve yardımseverliğine rağmen kasabadaki herkesten (Tom’dan bile) bir şekilde kötülük görmüştür. İnsanlara yaptıkları kötülüğün yanlış olduğunu rica ederek ya da tatlı bir dille anlatarak onları ikna edemeyeceğimizi, gücümüzü dolayısıyla şiddet kullanmadan kötülüğü önleyemeyeceğimizi savunmaktadır. İnsanın varlığının bu dünyadaki bir çok kötülüğün anası olduğunu beynimize kazıyan Trier, belki bunu acımasız bir şekilde aktarmasıyla anti-hümanistlikle suçlandı fakat biraz gerçekçi olup aynaya bakarsak pekte yanılmadığını görürüz. Doğville, işlenilen suçun neye göre cezalandırılması gerektiğine değinmiyor, vurgulamak istediği nokta adalet çizgisidir. Adaletin yerini bulmasını beklerken , adaletin nasıl geldiğini dehşet içerisinde izliyoruz. Yaşadığımız sistemde adaletin kısıtlı şekilde işlediğini, güce sahip olanın, sıradan insanlar üzerinde her zaman yaptırımı olduğunu belirtmektedir. Grace ile babası arasındaki diyalogları tekrar izlersek, yaşadığımız sistemde gücün neden önemli olduğunu daha iyi anlarız. Grace bile onca çabasına, iyimserliğine ve idealist tavrına rağmen sıradan insanların zulmünden kaçamamıştır. “Zaaflıklar, suçlar, kötülükler eğer hem sıradan insanlarda hem de güce sahip olan mafya / gangsterlerde varsa neden sıradan olmayı seçeyim?” sorusuna Grace üzerinden insanı dehşete düşürecek bir şekilde yanıt alıyoruz. The Hours’dan sonra Nicole Kidman’ı pekte zorlamayan bir oyunculuk olmuş diyebilirim. Filmin deneysel ve tiyatro havası olmasından dolayı seyirciye garip gelen oyunculuklara bir süre sonra alışıyoruz. Dogville kolay hazmedilecek bir film olmaması nedeni ile izleyiciyi biraz zorlayabilir fakat özellikle toplum psikolojisi, insan doğası ve adalet kavramları ile ilgileniyorsanız kesinlikle kaçırmamanız gereken bir film.