Buzdolabının sesinden başka tek bir çıt bile çıkmıyordu evde. Sokak sesleri vardı bir de. Mutfağın penceresinden girip kulaklarının kapısını çalıyordu.
"Son gelişlerinde ameliyattan çıkalı çok olmamıştı." Sağ eliyle göğsünü ovaladı kadın. Bahar'a bakarak "Alıvermişler göğsünün birini," dedi. Sonra kendiyle konuşur gibi devam etti. "Alsınlar. Keşke bütün zehrini koparıp alıverseler o illetin. Bir kolu gitsin, bacağı gitsin. Canı sağ olsun, yeter ki yaşasın..." Derin derin nefes aldı, sanki solukları içine sığmıyordu.
"Önce telaşlandık ama sonra yolculuk yapacak kadar iyiyse, düzelmiştir, iyi hissediyordur diye kendimizi avuttuk. Ozan'ın eşyalarıyla geldiler. Daha saat öğle olmamıştı. Solgundu yüzü. İlk defa onu öyle süssüz püssüz gördüm. Hasta gibi... Bir fenama gitti ki sorma. Çok kalmayacağız dediler. Hakikaten yatıya kalmadan, akşam olmadan dönmekmiş niyetleri. Yalnızca Ozan'ı getirmişler. Bırakmam dedim. İki dünya bir araya da gelse bırakmam. Rafet karşı çıkacak oldu, dinlenmesi lazım diyecek oldu; güzel kızım baktı yüzüne, susturdu onu. Sonra döndü bana; tamam istersen kalırız dedi. Kırmazdı ki hiç kimseyi. Kalp kırmak tabiatında yoktu. Hava kararınca bana otur senle kadın kadına konuşalım biraz dedi. Anlıyor insan işiteceklerini de anlamak istemiyor. Erteleyip durdum. Yemek yiyelim, kahve içelim, mutfağı toplayayım, hele bir yıkanın, dinlenin diye diye..."
"Yaza doğruydu ama havalar ısınmamıştı. Akşamları bir serin oluyordu ki, bahçede oturmak akıl işi değil. O gün bir de yağmurluydu, soba yanıyordu içerde. Bana ille de gel bahçede oturalım dedi. Yün yeleklerimle, hırkalarımla sardım onu. Bir de değil, iki yelek üst üste giydirdim. Göğsünün birini almışlardı dedim ya, üstüne bir de yün battaniye örterken güldü bana. Bir yanım erkek gibi oldu dedi. Evvela tuttum kendimi. Ağlamadım. Dedim dünya üzerinde böyle güzel erkek görülmüş şey değil. Tuttu ellerimi, önce öptü sonra dedi ki bir daha görüşebileceğimizi sanmam, senden isteyeceğim iki şey var."
Ellerini kulaklarına kaldırdı kadın. "Böyle kulaklarımı tıkadım."
"Dedim böyle konuşacaksan dinlemem. Dedi bunları diyecek başka kimsem yok. Sen de dinlemeyeceksen, kime dert anlatayım? Büküldü boynum. Senin de bir oğlun var, benim de bir oğlum var dedi bana. Sen benden önce ölürsen ikisi de bana emanet olsun. Ama ben senden önce ölürsem, annelik vazifesi sana düşüyor."
Ellerini yeniden kucağında birleştirdi kadın. Derin bir nefes alıp pencereye baktı. "Kuvvetliydi kızım. Herkesten kuvvetliydi de canını okudu bu hastalık. Bitirdi, tüketti yavrucuğumu."
Bahar kendini tutamayıp burnunu çekti uzun uzun. Gözleri kadına bakıyordu ama görüşü bulanıktı, çok bulanık. Hastane yatağında bitkin yatan annesi geliyordu gözünün önüne. Yatağa yaklaşıyordu, bir Ozan'ın annesi oluyordu o yüz, bir kendi annesininki... Ama bir fark vardı, biri hayattaydı, diğeri değil. Üstelik dinlediği hikayenin sonunu bile bile hiç tanımadığı o kadın yaşasın diye bekliyordu; ne tuhaf ne acı.
"Niyetim Ozan'ın gözünün önünde daha da eriyip bitmek değil dedi. Burada nasıl mutlu olduğunu biliyorum. Sen oğlunu bile bile üzer misin? Kıyamazsın ki. Bu sebepten Ozan burada kalacak. Senden ricam, mezarım soğumadan, evimizden cenaze çıktığı unutulmadan onu İstanbul'a göndermemen..."
İlk kez burada metanetini yitirip gözyaşlarına boğuldu kadın. Omuzları sarsılırken Bahar da peşinden sürüklendi. Belki dakikalarca ağladılar ve tek bir kelime bile etmediler. Ama sonra yüzünü kucağındaki havluya silen kadın devam etti.
"Yetmiş sekiz yaşındayım. Anam öldü, babam öldü, ablam öldü, nice akranım, komşum, arkadaşım öldü. Ama hiçbirisi onun ölümü kadar yakmadı canımı. Ağladım sızladım. O benden sağlamdı; sen böyle yapacaksan ben Ozan'ı kime bırakayım dedi. El mahkûm sustum. Sonra Rafet dedi... Dağılacak, biliyorum dedi. Gözü Ozan'ı da görmeyecek, sakın ola Ozan'ın hırpalanmasına müsaade etme dedi. Analık işte. Ölürken bile kökünü değil filizini düşünüyor insan. Ama o çok başkaydı. Tek derdi Ozan değildi. Beni ne kadar çok sevdiğini biliyorum anne dedi. Ama Rafet yeniden evlenmek isterse, sakın ola karşı çıkayım deme. Böyle dedi bana."
Eliyle masaya bir şey yazar gibi oldu kadın. "Allah biliyor ya, bak şuraya yazıyorum, Rafet'in gözü bir daha başka bir kadın mı görecek dedim... Görmez bilirim ama görürse de o gözü ellerimle oyarım dedim. Güldü bana. Anneciğim dedi. Mezara iki kişi girilse Rafet'in beni bırakmayacağını, oraya da el ele gideceğimizi biliyorum. Ama mümkün değil... Biri uyurken, geri kalan hayatına devam ediyor. Bir ömür matem olmaz. Elbet yas tutacak ama elbet bir gün o yas bitecek. Bir kadın olarak sana yalvarıyorum, hayata tutunmasına yardım edin. Ozan'ı da kendisini de ihmal etmesin. Yoksa ben gittiğim yerde nasıl huzur bulayım?"
Başını kaldırıp uçsuz bucaksız gökyüzünü seyreder gibi tavana baktı kadın. "Cennetin en huzurlu köşesinde uyusun yavrum. Anamı babamı göreceğim gelmedi de onun kokusunu bile özledim. Ne dediyse yaptım. Her sözünü vasiyeti bildim. Bir tek yeniden evlenirken Rafet'e dedim ki; senin de çok çektiğini biliyorum. Biliyorum ama bu eve onu getireyim deme, benim yüreğim kaldırmaz bunu."
Sessiz sessiz ağlamıyordu artık Bahar. Oraları geçmişti. Ne ara eline bir peçete almış, ne ara o peçeteyi büsbütün ıslatmış, ne ara sümükleri bunca akmıştı? Ağlamak başına keskin bir ağrı sokmuştu da, kadının son dediğiyle bir de Meral abla düşmüştü aklına. "Ah zavallı kadın," derken bulmuştu kendisini. Mezarın üstünde yetişen çiçek miydi o? Oysa gözünün önündeydi Rafet amca ile dans edişleri. Ah ki ne ah! Sesli düşündüğünü bile anlamadı o sıra. "Ozan, Meral ablayı çok seviyor," dedi.
Gözlüğünü bir kere daha düzelten kadın derin bir nefes alarak omuz silkti. "Kötü bir kadın değil," dedi önce. "Geldiler bir iki kere buraya. Otelde kaldılar hep. Dışarıda görüştük. Rafet'im bahçeye bile yanaştıramadı onu. Halbuki gelseler eve nasıl sokmayayım? Ayıp bile olmuştur da... Öyle işte. Yine de ölçülü kadınmış, gık demedi, Oğulcan'ı bizden esirgemedi..."
Sonra boşluğa baka baka iç çekti. "Şu hayatta eş değiştirirsin de evlat değiştiremezsin. Ben toprağa bir evlat koydum. Topraktan evlat yetişmiyor moro mou."
Öyleydi. Elma toprağa düşse ağaç olurdu. Tohum filiz verirdi. Zeytin çekirdeği binlere dönüşürdü ama toprağa insan girince, yeni bir insan yeşermiyordu.
"Yoksa Rafet'im, rahmetlinin akıl ettiğinden daha çok dağıldı. İşi gücü ters gittiyse sanma ki aptallığından. Bıraktığı iplerin ucunu yakalayamayışından oldu hep. Dar günde el uzatana sırt çevirmek bizim mayamızda yok. O kadın yanında durmuş, Rafet de vefasızlık etmedi. Hayat arkadaşı dedi, can yoldaşı dedi. Ozan'a da iyi gelir dedi."
"Benim babamın buralarda saymakla bitmeyecek kadar çoktu toprağı." Yeniden elini havada salladı kadın. "Ne çoktu, oooo. Rafet nasıl tepetaklak savrulduysa, ne var ne yok sattık da düze çıkaramadık onu. Bir işte bu ev kaldı elimizde. Bir de birkaç dönüm toprağımız var. Ozan'la Oğulcan'ın hakkıdır onlar da."
Kendini tutamayıp araya girdi Bahar. "Ozan, Oğulcan'ı canından bile çok seviyor."
Gülümsedi kadının dudakları. "Oğulcan baldır. Onu yersin, üstüne bir de parmaklarını yersin, gene doymazsın. Bana kalırsa Ozan'la Rafet'e yasını unutturan da o oldu. Yoksa Rafet bana Meral'in gebeliğini bile utana sıkıla söyledi." Omuz silkti kadın. "Gencecik kadın. Elbet isteyecek anne olmayı ama ben korktum, telaşlandım. Kendi yavrusuyla başkasının yavrusuna bir bakar mı insan? Dedim o zaman Ozan'ı buraya gönder, artık bizimle kalsın. Bakmaz sandım, bakmaz dedim. Rafet bana kızmıştı o zaman." Buralar tatsız sokaklar olsa gerekti, yüzünde bir ekşimeyle konuşuyordu kadın. Ama sonra Bahar'a dönüp "Aldanmışım," dedi.
"Oğulcan'ım karanlık gecenin güneşi gibi doğdu hayatlarına. Oğlumun yüzünü yeniden gülerken gördüm. Ozan'ım ancak o vakitler yaşıtları gibi gülmeye oynamaya başladı. Anne diye sayıklamaları bitti. Abi oldum diye göğsünü şişire şişire geziyordu bu sokaklarda. Telefonla konuştuğumuz vakit hep mutluydu. Dilinde hep Oğulcan vardı."
İç çeker gibi bir nefes aldıktan sonra "Rafet eskiden İskeçe'yi sevmezdi," dedi. "Büyük denizlerin adamıyım ben diyerek gitmişti İstanbul'a. Öyle bir fırtınadan geçti ki, şimdi İskeçe'den daha küçük bir vilayete yerleşmiş. Sen gördün mü oraları?"
Başını salladı Bahar. Sapanca'daki küçük apartman dairesi geldi gözünün önüne. Orada mutlu, huzurlu bir aile yaşıyordu. Öyle ki kadının anlattığı doksanların aşk masalı ile gözüyle gördüğü orta yaşlı aile saadeti iki başka hayat gibiydi.
"Meral çok kere davet etti bizi ama gidemedik. Pek de içimizden gelmedi doğrusu. Hâlâ bazı bazı evin içinde yürürken rahmetlinin kokusunu duyar gibi olurum. İnan oğlumun yanında bir başka kadın göresim yok. Mutlu olsunlar, bilmek yetiyor bize. Bi' işte Ozan'ımın düğünü için İstanbul'a ayak basarım. Başka türlü bizim İskeçe'den çıkacağımız yok. Ona da ömrümüz yeter mi bilmem."
Düğün kelimesiyle başını eğdi Bahar. Kadın "Utandırdım mı?" deyince de başını iki yana salladı.
"Yalan yok, Ozan'ın sevdiği demek, benim de bu hayatta en sevdiğim insan demek. Bugüne dek arkadaşları çok geldi gitti bu eve. Çok insan ağırladık. Bu ev neşe, mutluluk gördüyse hep Ozan'dan. Ama Ozan'ım kimsenin elinden tutup da bu benim sevdiğim diye kapımızı çalmadı. Dün akşam yemek yerken şöyle bir baktım size. Rahmetli de görebilseydi bugünleri dedim..."
Ellerinin tersiyle kurumaya yüz tutmuş yanaklarını sildikten sonra "Görüyor mudur sence yaya?" diye sordu. "Yaya" dediğini anlayınca utandı ama kadın buna hiç takılmayınca rahatladı.
"Bilmem ki moro mou. Cennet diye bir yer var ise oranın pencereleri de vardır diye düşünürüm. Yoksa evladından ayrı kalan analar için cennet nasıl cennet olsun? Cehennem olur. Bilmeleri, görmeleri, duymaları gerek."
Bunu biraz düşünüp kadına hak verircesine başını salladı Bahar. "Görüyorsa, mutlaka gurur duyuyordur Ozan'la," dedi. "Çünkü ben onu tanıdığımdan beri tek bir kötü yanına şahit olmadım. İçinde iğne deliği kadar kötülük yok. Ozan'ı sevmeyen ya da kötü anan tek bir insana da rast gelmedim."
Tebessüm etti kadın. Eski radyoya baka baka konuştu. "Doktorluk okuyacağım dediğinde az biraz canım sıkıldı. Anası onu hastanelerden koruyup kollamaya çalışırken yavrucuğum gitti hastaneyi ev belledi. Sabah gidip iki gün sonra çıktığı oluyormuş hastaneden, doğru mudur?"
Kadının içi rahat etsin diye yalan mı söyleseydi? Biraz düşündükten sonra yalan söyleyemedi ve başını salladı.
"Ama üzülme," dedi. "İşini çok seviyor. Hiç de zor gelmiyor hastanede olmak ona. Hem sen tanımıyor musun onu? Hastanede de etrafındaki herkese ışık saçıyor o. Buraya gelmeden evvel annemle babam mezuniyet törenim için İstanbul'a geldiler. Hayatlarında ilk kez gördüler İstanbul'u. Ozan ikisini de alıp hastaneye götürdü."
Tam burada durdu. Dese miydi, o illet benim annemin de kapısını çaldı diye? Söylese kendisini en iyi bu kadın anlardı. Ama üzülür müydü? Üzülürdü. Hiçbir şey olmasa bile Ozan'ın bir kere daha bu hastalıkla karşı karşıya gelmesine içerlerdi. Bundan ötürü sustu.
"Bir dertleri mi vardır?" diye sordu yaya.
"Yok," dedi Bahar. "Ama köyde yaşadıkları için Ozan onları bulmuşken bir sürü tahlil tetkik yaptırmak istedi. Yaptırdı da... Annemle babamı bir görseydin; hastanede krallar gibi baktılar onlara. Sırf Ozan yanlarında diye."
Yüzünde güller açtı kadının. "Öyledir elbet!" diye yükseltti sesini. O alışılmış şen naralardan biriyle "Mayasında sevgi var onun. Aşk çocuğudur o."
Bacağındaki kuşa baka baka gülümsedi Bahar. Kuşu sevdi elleri, kadının pek güzel dediği ince parmaklarına baka baka gülümsedi. Sonra tırnaklarına baktı ve... "Yaya," dedi. "Oje sürelim mi? Ama benim yanımda hiç oje yok."
Nasıl sevindiyse "Sürelim moro mou!" diyen kadın bir anda ayaklandı. "Sana boya kutumu getireyim ben. Elin değmişken benimkileri de boyayıverirsin değil mi?"
"Olur," dedi Bahar. Dedi ama bugüne dek kimsenin tırnaklarına oje sürmüşlüğü yoktu. Becerikli miydi, bunu kendisi bile bilmiyordu. Yine de bu küçük bilgiyi kendisine saklayarak "Bir de kahve yapayım mı?" diye sordu.
"Ah tatlı dillerini yesinler!" dedi yaya. "O vakit bahçeye çıkalım. Eski albümleri de indireyim istersen."
"İstemez olur muyum?" diye şakıdı Bahar. "Hem de nasıl isterim!"
*
Yaya "Bu güzel parmakların hangi biri incinse canın yanar. Lakin şu kopsa yazı yazamazsın," dedi. Bunu söylerken Bahar'ın başparmağına dokundu. Gözlüklerinin üzerinden Bahar'a bakarak "Ozan da benim başparmağım," diye sürdürdü konuşmayı.
Önlerindeki albümde, kucağında bebekle poz veren bir Ozan vardı. Burada öyle güzel gülüyordu ki, Bahar sayfayı kapatmak istememişti. İki albüm bitirmişlerdi oje sürmeden evvel. Yaya anlatırken Bahar başını hiç kaldırmadan fotoğraflarda gezip durmuştu. Sonra oje sürerken iki nefes arası bakmak için kendisine bu sayfayı seçmişti. Çocuk Ozan. Ergenliğe adım atan çırpı bacaklı Ozan.
Kötü bir boyacı değildi galiba. Birkaç taşkın noktayı saymaz ise yayanın tırnaklarını rezil etmeden bir kat boyamıştı. İkinci katı sürüyordu şimdi. Bir kulağı kadındaydı hep. Engin bir Ozan sevgisiyle doluydu kadın. Bir de Ozan'ın annesine duyduğu sevgi vardı ki; dost çatlatır, düşman kıskandırırdı. İki büyük albümün içine her fotoğraf iltizamla yerleştirilmişti ama bir tek Meral abla ile Rafet amcanın nikah fotoğrafları başı boş halde bir sayfanın arasına bırakılmıştı.
Bu tuhaf bir duygu durum haliydi. Zira Ozan ve annesinin fotoğrafları o kadının salonunun orta yerinde duruyordu.
Bahar "Biliyor musun?" dedi yayanın başparmağına ikinci kat boyayı sürerken. "Rafet amcanın Sapanca'daki evinde; yani Meral ablayla yaşadıkları evin salonunda Ozan ve annesinin fotoğrafı duruyor."
Kadın bir müddet susunca Bahar devam etti. "Ozan da Meral ablayı sevip sayıyor. Demek istediğim gerçekten..." Daha Bahar cümlesini bitirmeden araya girdi yaya.
"Öyle imiş. Ozan da bahsettiydi. Ama benim içim elvermiyor onun fotoğrafına bakmaya. Rahmetli de kızıyordur bunun için bana ama içimden gelmiyor yavrucuğum, ne yapayım?"
Tebessümle "Kahveni iç," dedi kadına. Yaya boştaki eliyle fincanına uzandı, gürültüyle içti kahvesini.
"Evin çatısı yıkılınca içeri kış dolarmış. Rahmetli çatıydı, o gidince Rafet'in saçına aklar doldu, içimiz üşüdü, ısınamadık. Benim adam da zaman zaman kızar bana. Ölünün yasını bir sen bitiremedin der. Bitiresim yok ki. Benim şurada, şu dünyada kaç zamanım var sanki? İnan öleceğim diye hiç üzülmem. Hayatın kanunu bu. Ben gidip sevdiklerimle kavuşacağım diye heyecanlıyım. Kızımla konuşacağımız ne çok şey var bilsen! Hem bekliyordur o beni orada. Bi' işte benden istediklerini noksan yaptıysam diye korkarım."
Ölümden bahsederken bu kadar neşeli olmak ne tuhaf hadiseydi ama! Sanki komşu dedikodusu yapar gibi şakıyordu kadının sesi. Bu yüzden Bahar ona aynı doğallıkla cevap verdi.
"Ne acelen var yaya!" dedi son tırnağın üzerinden geçerken. "Oraya gidince buradaki havadisleri kaçırırsın. Daha dur, Oğulcan sevgilisini alıp da gelir bu eve."
Yüksek sesiyle "Çapkınmış!" dedi kadın. "Geçen yaz hep kızları konuştuk. Şu arka sokakta bir Tia'mız var. Geceleri zor topluyorduk eve. Hep onun yanında. Eve gelince de beş karış surat. Neymiş efendim Ozan çok şanslıymış Yunanca biliyormuş, o neden burada hiç okula gitmemiş! Gel dedim liseyi burada oku. Bir an heves etti, annesiyle konuşunca yedi azarı. Geçen konuştuk, gel dedim Tia'nın okulu bitti. Sus diyor bana. İpek duyarsa kötü olurmuş. İpek varmış artık! Temmuzda gelecek babasıyla. Bu yazı da İpek dinleyerek geçireceğiz."
Gülerek "Çok kalmaz," dedi Bahar. "İpek'ten ayrı duramıyor." Görmüş, bilmiş gibi konuşuyordu. Oysa Ozan'dan duyduklarıydı bunlar. Dönünce koşa koşa Oğulcan'ı sarası vardı kollarıyla. Döner dönmez, hemen!
Güle güle "Babasına çekmiş ikisi de!" dedi kadın. Bahar kadının ellerini azat edip kendi tırnaklarını boyamaya başlamıştı. İşittiğiyle bir kaşını kaldırıp baktı kadına. "Bana ikisi de dedesine çekmiş gibi geldi ama?"
Yaya "Eh!" dedi o zaman neşeli sesiyle. "Sütçüye benzeyecek halleri yok ya! Elbet diplerine düşecekler. Ama söylemesi peşin olsun. Gençken neyse yaşlanınca daha fenası oluyorlar. Ben