“Get Out”, senaryosunu da kaleme alan Jordan Peele’nin yönetmen koltuğunda oturduğu ilk (debut) uzun metrajlı sinema filmi…
Yapımcıları arasında, korku ve gerilim sinemanın “dahi çocuklarından” Jason Blum’ın da bulunduğunu görür görmez de her zaman olduğu gibi herhangi bir tereddütte kapılmadan izleme programımıza dahil ettiğimiz bir film oldu “Get Out” …
Ki bittiğinde, yanılmadığımızı da bir kez daha fark ettik…
Hani zaten ortaya 4,5 milyon dolar koyarak çektikleri ve yazdığı “ters köşe” hikayesi ile Peele’ye “En İyi Özgün Senaryo” kategorisindeki Academy Ödülünü de kazandıran bu film, gişede brüt 255,4 milyon dolarlık bir hasılat rakamına da ulaşmış…
Gelin isterseniz, biraz daha yakından bakalım filmimize…
Film Edgewood isimli bir bölgede, o an için anlamlandıramadığımız bir biçimde, “beyaz” bir otomobilden inen maskeli birinin karanlıkta yürümekte olan Afro – Amerikan kökenli bir erkeği darp ederek kaçırdığı sahneler ile start alır…
Henüz izlememiş olanlardan ricamız, söz konusu bu “beyaz” otomobili akıllarının bir köşesine kaydetmeleri olacak…
Derken konu aniden “romantizme” dönüşüverir…
Bu kez karşımızda, hafta sonunu geçirmek üzere çıkacakları yolculuğa hazırlanan “Afro – Amerikan” Chris Washington (Daniel Kaluuya) ve çok geçmeden kapıda biten sevgilisi “beyaz” Rose Armitage (Allison Williams) vardır…
Rose’un niyeti, beş aydır birlikte oldukları Chris’i “gözlerden uzak” bir yerde yaşamakta olan annesi ve babası ile tanıştırmaktır…
Gitmekte oldukları SUV aracı yolda Rose kullanırken Chris, yakın dostlarından havalimanında özel güvenlik görevlisi olarak çalışmakta olan Rod Williams’ı (Lil Rel Howery) arar ve üçünün de içinde olacakları son derece samimi bir sohbet ortamı oluşur…
Yani göründüğü kadarıyla şimdilik her şey tam anlamıyla yolunda gitmektedir…
Üstelik bu durumu, karşıdan karşıya geçmek üzere yola fırlayan bir geyiğe çarparak ölümüne yol açmaları ve sonrasında telefonla aradıkları için gelen ırkçı tavırlara sahip polis memuru Ryan’ın (Trey Burvant) davranışlarının bozmasına da izin vermezler…
Zaten güler yüzle karşılandıkları, Armitage’ların “malikane yavrusu” evlerine de varmışlardır sonunda artık…
Psikolog anne Missy (Catherine Keener) ve beyin cerrahı baba Dean (Bradley Whitford) oldukça sempatik davranmaktadırlar…
Hatta Dean Chris’e evi gezdirirken:
1936 olimpiyatlarında Hitler’in önünde altın madalya kazanan Jesse Owens’a eleme turlarında kaybeden atlet babası Roman’ın (Richard Herd) gençlik fotoğrafını gösterirken, kendilerine ev işlerinde yardımcı olan Georgina (Betty Gabriel) ve bahçıvanlıkla uğraşan Walter’ın (Marcus Henderson) kalma nedenlerinden de bahseder…
Elbette aynı Dean, ırkçı olmadığını üstüne basa basa vurgulayarak Chris’in “güvenini kazanma” işini tam anlamıyla garantiye almak için en sevdiği ABD Başkanının Obama olduğunu söylemeyi de ihmal etmez…
Çok geçmez ve Rose’un “sevimsiz” erkek kardeşi Jeremy’de (Caleb Landry Jones) gelince Armitage ailesi “tamamlanmış” olur…
Dikkat ederseniz “dörtlendi” değil de “tamamlandı” dedik…
İsterseniz aklınızın bir diğer köşesine de bu detayı kaydedin…
Gece uykusu kaçtığı için sigara içmek üzere bahçeye çıkan Chris, Walter ve Georgina’nın oldukça garip davranışlarına tanık olur…
Missy’de uyanıktır ve kendisiyle oturması için Chris’i çalışma ofisi olarak kullanmakta olduğu odaya davet eder…
Aslında en başından beri Missy’nin niyeti, sigara bıraktırma bahanesi ile Chris’i hipnotize ederek kontrolünü ele geçirmektir…
Ve ne yazık ki, Chris gafil avlandığı için bunu başarır da…
Artık Chris için kâbus dolu saatlerin başlayacağı anlar gelmiş de çatmıştır filmde…
Hele görme engelli sanat galerisi sahibi Jim Hudson (Stephen Root) ile karşılaşarak konuşacağı hafta sonu partisi de bir başlasın…
İşte o andan itibaren de, Jack Finney’in aynı isimli “bilim – kurgu” ve “korku” romanından (1954) üretilen “Invasion of the Body Snatchers” filmlerinin bambaşka bir versiyonu ile karşı karşıya olduğunuzun ayırdına varacaksınız…
Keyifli seyirler,