Senaryosunu da yazan Christopher Nolan’ın yönetmen koltuğunda oturduğu “Dunkirk”, 26 Mayıs – 3 Haziran 1940 tarihleri arasında Birleşik Krallığın, Fransa'nın Dunkerque (İngilizcesi Dunkirk) kıyılarında sıkışıp kalmış olan 400 bin askerinden yaklaşık 335 binini tahliye edişinin anlatıldığı bir II. Dünya Savaşı draması…
Her filmi başlı başına ayrı bir sinema olayı olan Nolan bu filmdeki hikâyeyi, birleriyle kesişerek iç içe geçen üç bölüm halinde kurgulamış…
Peki, neler mi bunlar?
Elbette “dalgakıranda bir hafta”, “denizde bir gün” ve “havada bir saat” …
Gelin başlayalım isterseniz yorumumuza…
Ani gelen bir Alman baskınından paçayı tek başına kurtarabilen Tommy (Fionn Whitehead), Fransız mevzilerinden geçerek kendini, gemilerle tahliye edilmek üzere sıraya girerek beklemekte olan yurttaşlarının bulunduğu sahile atar…
Orada karşılaştığı ilk isim, bir İngiliz askerinin cesedini gömmeye çalışan ve ilk önceleri boynundaki künye nedeniyle adının Gibson olduğunu zannederek, karşılık alamasa da kendisine öyle de hitap ettiği bir “Fransız Askeri’dir” (Damien Bonnard) …
Bu arada sahile sıkışan birliklere yönelik Alman hava saldırılarının başladığını da görüyoruz…
Ki, denizaltı destekli bu saldırılar hafta boyunca hız kesmeden sürecektir de…
Sahilin karşı tarafında, yani İngiltere’de ise George (Barry Keoghan), pek çok sivil tekne gibi Kraliyet Donanmasınca Dunkirk’te mahsur kalmış olan askerleri adaya geri taşıma işiyle görevlendirilmiş olan Peter (Tom Glynn-Carney) ile babası Bay Dawson’a (Mark Rylance) yardıma gelir…
Aynı esnada Kraliyet Hava Kuvvetlerinin üç Spitfires’ı, Alman uçaklarının saldırılarını, onlarla “it dalaşına” girmek suretiyle püskürtmek amacıyla havalanır…
Bunlardan ikisinin pilotları Farrier (Tom Hardy) ve Collins’tir (Jack Lowden) …
Derken hazırlıklarını tamamlayan Bay Dawson’ın teknesi de Weymouth’tan ayrılarak Dunkirk’e doğru yola koyulur…
İlk icraatları da her ne kadar George için talihsiz bir biçimde sonuçlanacak olsa da bir Alman denizaltısınca batırılan bir teknenin üzerinde tüneyerek beklemekte olan şoka girmiş “Titrek Askeri” (Cillian Murphy) kurtararak tekneye almaları olur…
Filmdeki kayda değer diğer önemli karakterler, bu tahliye operasyonunu Dunkirk sahilinden yöneten Komutan Bolton (Kenneth Branagh) ve Albay Winnant (James D'Arcy) ile Tommy ve (tek kelime İngilizce bilmediği için ağzını hiç açmayan) Gibson’ı üçleyen Alex’tir (Harry Styles) …
Hikâyede daha fazla ayrıntıya girmek:
Bir anlamda “spoiler” vererek henüz filmi izlememiş olanların ağzının tadını kaçırmak olacağı için anlatımı burada kesiyoruz…
Yalnız bu yorumu bitirdiğimiz anlamına da gelmiyor…
Zira biraz da 100 milyon dolarlık bir bütçe ile çekilerek brüt 526,7 milyon dolarlık hiç de azımsanamayacak bir hasılat rakamına ulaşmış olan filmin, “Nolan bağlamındaki” teknik ayrıntılarına da kendi tarzımızca kısaca bir değinelim istiyoruz…
Bu çerçevede bizim dikkatimizi çeken “üç” husustan ilki de Nolan’ın teknik ekibinde “istikrarı” tercih etmesi oldu…
Nasıl mı?
Görüntü yönetmeni Hoyte Van Hoytema, editör Lee Smith, casting direktörü John Papsidera, prodüksiyon tasarımcısı Nathan Crowley, sanat yönetmeni Toby Britton, kostüm tasarımcısı Jeffrey Kurland ile ses işindeki Alex Gibson ve Gary A. Rizzo’nun sürekli birlikte çalışıyor olmaları…
Aslında böylelikle de Nolan, “leb” dediğinde “leblebi” demek istediğini hemencecik idrak etmekte olan takım arkadaşlarıyla çalışmış olduğu için enerjisini diğer detaylara yönlendirebilme fırsatını yakalamış oluyor…
İkincisi, her zaman olduğu gibi beyazperde de yine her biri ayrı birer yetenek olan “sıra dışı bir oyuncu kadrosu” ile arz – ı endam eylemesi…
Üçüncü ve sonuncusuysa, fazla diyalog yerine elindeki bütçenin de sağladığı olanaklar sayesinde görselliğe ağırlık vererek aksiyon meraklılarının da gönlünü almış olması…
Bizden bu kadar…
Halen izlemediyseniz sıra sizde…
Keyifli seyirler,