Görebileyim diye boynumu eğip öyle baktım eve. Ozan'ı Ozan yapan ama benim bilmediğim taraftaydık. Kalbimdeki kelebekler rast gele uçuşmaya başladı.
Ozan arabadan indi, bagajı açtı. Ben de onu izledim. İndim, etrafa değil, önünde durduğumuz eve baktım uzun uzun.
Yol boyu gördüklerimize pek benzeyen bembeyaz boyalı, kiremit çatılı ev. İki katlı. Üst katında balkon var, bir tek orası limon sarısına boyanmış. Bahçe büyük diyemem ama küçük de sayılmaz. Üzüm asmaları ile veranda yapılmış. Gölgesi derin. Yan tarafta garaj var, içi dolu mu boş mu göremedim. Bahçenin geri kalanında cılız ama yeşil yeşil ağaçlar var. Ağaçların dipleri teneke kutuların içine ekilmiş çiçeklerle dolu. Hatta tenekelerden patika yolu yapılmış. Yolun bir tarafında çamaşır teli var. Üç beş parça çamaşır asılı. Öte tarafında bir kuyu ile güneşte kalmış iki bank. Çamaşır direkleriyle bahçe direklerinin arasına hamak gerili. Kısaca bahçe ekip biçmek için değil de keyif yapmak için tutulmuş. Birkaç kelebek ağzıma kaçıyor.
Ozan bahçeye gümbür gümbür giriyor. Sesi mahalleye yetecek kadar yüksek. Çocuk şarkısı gibi "γιαγιά!" diye bağırıyor defalarca. "Yaya, yaya, yaya!" Onu takip ediyorum. Bana bakıp "Geçen sefer banyoda yakalamıştım, bakalım bu sefer nerede?" diyor.
"Haberleri yok mu geleceğimizden?" diye soruyorum ve rahatlıkla "Yoo!" diyor. "Niye söyleyeyim. Böyle gelince çok güzel deliriyorlar."
Kalbine inecek insanların ama kimin umurunda!
Ozan'ın "Yaya" nidaları dört yanı sarıyor. Karşı evden bir adam çıkıp "Ooo kimler gelmiş!" deyince içten içe "Aaa Türkçe!" diyorum. Adam Türkçe konuşuyor! Baya bizim Türkçe.
Ozan ardına dönüp adama büyük bir coşkuyla selam veriyor. Sonra başlıyor "yayasını" aramaya. Şak diye kapıyı açıyor, kilit milit yok. Boğuk bir ses geliyor içeriden. "Ozan?" diyor bir kadın sesi. Telaşlı. Ağlamaklı. Ah işte aptal, yüreğine indireceksin kadının.
Yaya deyişini sevsinler. İçeride iki ses birbirine kavuşuyor, duyuyorum. Merakla birkaç adım atarak kapıya yaklaşmak ve içeriyi görmek istiyorum. Türkçe ve Yunanca birbirine karışıyor. Biri Türkçe soruyor diğeri Yunanca cevap veriyor, biri Türkçe ağlıyor öbürü Yunanca gülüyor. Değişik şeyler. Ben eşikteyim. Kapının yanında evin numarası yazıyor. 14. Beyaz küçük bir fayansın üzerine lacivert rakamlarla yazılmış. Rakamların etrafı eflatun çiçeklerle süslenmiş. Öpsem tuhaf olur, değil mi?
Sonunda kafamı içeri uzatıyorum. Aydınlık ve yuvarlak bir hol. Yerler koyu bir ahşap rengi ama duvarlar bembeyaz. Tam karşıda turkuaz renkli bir terekle pencere var. Perdesi dantel. Tereğin dört yanına fotoğraflar asılmış. Bakasım var da dikkatim dağınık. Holde bir de ayakkabılık görüyorum, üstüne dantel serilmiş. Birkaç kavanoz, bir tabak şekerle, bir kutu var. A bir de kolonya! Ha karşı tarafta sandalyeler, o kadar. Ozan'la kadın hole açılan bir kapının eşiğinde sarılıyor.
Uzunca boylu kadın. Seneler önce fotoğraflarını görmüşlüğüm var ama işte, seneler önce. Benden az kısa. Belki gençliğinde benden de uzundu ama biraz çökmüş. Kambur falan değil, dimdik duruşlu. Kısacık, dalgalı ve beyazlamış saçları var. Dizinin altına kadar uzanan gri bir elbise giymiş. Çiçekli pazen kumaş. Bir de gözlüğü var gözünde.
Ellerimi önümde birleştirip onları izlerken süzüyorum kadını. Sevgi dolu sesleri kelebeklerime iyi geliyor.
"Yaz sonu gelirim demiştin," diyor kadın. "Bu vakitlerde gelmezdin hiç. Yine haber vermedin, babanla dün konuştuk, o da bir şey demedi, ikinizin de kulacıklarını çekeceğim. Niye ağrıtıyorsunuz siz benim kalbimi? Geleceğim desene oğlum, bileyim de sevineyim."
Hiç! Deyyussun Ozan!
"Böyle daha güzel seviniyorsun," diyor Ozan. elleri kadını yanaklarında, bir saniye bile bırakmadı onları. Arada öpüp durdu hep. O sırada kadınla göz göze geliyoruz. Boyatsa mıydım saçımı? Mavi çok abes kalır mı bir yaşlı için? Benim dedem kaldıramazdı da, Ozan'ınkiler...
Beni görünce kadın yüzünü Ozan'ın ellerinden kurtarıyor. Bir elini baldırına vuruyor, diğeriyle de ağzını örtüyor. "Theé mou!" diyor bir yandan. "Aman Allah'ım," gibi bir şey, bunu biliyorum.
"Hem de yalnız gelmemişsin." Bana doğru yürürken Ozan'a bakarak "Maksadın beni rezil etmek, değil mi?" diyor. Ozan da onun peşinde. "Rezil olamazsın korkma. Bahar'ın da yemekle temizlikle arası yok. Buyurmayı daha çok seviyor."
Alın bakın; bir erkek, bir sevgili, bir torun; bir cümleyle nasıl iki kadını birden rezil eder. Neyse ki, çok şükür ki, bin bereket ki; benim yapamadığımı yaya yapıyor. Ayağındaki terliği bir güzel çıkarıyor, bir güzel Ozan'a fırlatıyor, tam da Ozan'ın çıplak karnına isabet ediyor! Ben içten içe "Oh" çekiyorum. Keşke göğsüne geleydi de az canı yanaydı. Kadın ise Ozan'a bakıp "Münasebetsiz!" diyor. "Kim şımartıyor seni bu denli!"
"Valla beni senden çok şımartan kimse yok!" Araba kullanabilmek için istemeye istemeye giydiği spor ayakkabılarını çıkarıyor. Yalınayak basıyor yere. Kadın bir yandan ona bakıp "Ayakların üşümesin," diyerek eliyle ayakkabılığı işaret ediyor, bir yandan o buyurgan sesini bırakıp sevecen bir tonla bana dönüyor.
"To moró mou!" diyerek açıyor kollarını. Ne demek istedi acaba? Canım kızım? Yavrum? Bebeğim? Olsun, hepsi çok güzel. Gülümseyerek ben de onun gibi açıyorum kollarımı.
"Bahar mısın sen?" diyor bu kez kadın. "Hı hı," diyorum pek narin, pek sevdicek. Tanıyor mu beni?
"Nazik olan Bahar, değil mi?" diyor bu kez. Civelek sesli Ozan arkasından "Nazike!" diyor. "Nazik değil Nazike."
Eşeğin oğlu desem kadına da hakaret olacağından susuyorum. Kadının elleri yanaklarıma yükselip "Bu ne güzellik," diyor. Ağzıma bir düzine kelebek daha giriyor. Ozan'la göz göze geliyoruz. O aramıza girip iki koluyla ikimizi birden sarıyor. Üçlü bir sevgi yumağı oluyoruz.
Sarılırken kadının eli kolumda duruyor, Ozan Yunanca konuşuyor sonrasını. Alt tarafı dedem nerede, evde değil mi diyecek; şarkı mı söylüyorsun mübarek, o nasıl güzel konuşmak? Sonra fark ediyorum ki babaannesine hep "yaya" diyor. Hatta Türkçe söyleyecekse bile babaanne değil, büyükanneyi kullanıyor. Hayatımda büyükanne kelimesini kullanan ilk insan olabilir. Keza dedesine ise dede değil "pappoús" diyor. "Papuuğs" gibi bir ses. Yesem ya dillerini!
"Yaya papus nerede?" Ne sevimli soru ama!
"Cuma'ya gitti," diyor kadın. "Çok oldu gideli, dönmesi yakındır ama arayalım." Cep telefonunu aranıyor.
Benimse gözlerim büyüyor. Evet, günlerden cumayız. Vakit dördü buldu ama Ozan'ın ailesinden birinin Cuma namazına gitmesi asla beklediğim bir şey değil. Hele hele Yunanistan'da yaşayan dededen beklemem!
Ozan o sıra içerideki odalardan birine giriyor, birkaç saniye sonra elinde bir şeftaliyle hole dönüyor. Şeftaliyi ısıra ısıra yerken "Dur sen arama, ben gidip onu alayım," diyor.
Sonra şeftali suyuna bulanmış eli bana uzanıyor. "Gelsene şöyle. Yabancı gibi durma. Ben dedemi alıp geleyim, çok kısa sürer, şurada bira içiyorlardır." Bir yandan babaannesine dönüyor. "Evi bensiz gezdirme, ben gezdireceğim," diyor.
O sırada babaannesi Ozan'a çıkışıyor. "Almışsın eline bir şeftalicik. Baka baka yiyorsun da kızcağıza niye vermiyorsun to moró mou?"
İstemiyorum diyemiyorum çünkü aklım cumadan çıkıp bira içen dedede! Cuma'ya gitmesi Ozan'lık değilse de cumadan çıkıp bira içmesi tam da şu keyif düşkünü Ozan işi bir hadise.
"Aç mısın yavrum?" dedi bu kez bana. Yavrumu yavrum olarak kullandı ve Ozan'a döndü. "Haber verseydin, hazır sofra beklerdi sizi."
"Yok!" dedi hemen Ozan. "Yooook!" Elindeki yarım şeftaliyi benim ağzıma tıkarken "Dışarıda yiyeceğiz," dedi. "Ben papusu alıp geleyim. Siz hazırlanın. Hiç vakit kaybetmeden gideriz."
Şeftaliyi tavşan dişlerime resmen sapladı. Onu çıkardığımda "Nereye gideceğiz?" diyebildim. Açıkçası dedesini almak için bile olsa Ozan'ın yanımda ayrılmasına istekli değildim. Bu çekingenlik ancak onunla atılır gibiydi ama Ozan "Dünyanın en mükemmel ahtapotuyla köftesini yiyeceksin," dedi. "Mızıkçılık yok, ikisini de yiyeceksin."
Bahçeye doğru birkaç adım attı, eşikten geçti. Arabanın arkasındaki çantaları indirdi. Bir valiz sadece onun fotoğraf teçhizatından ibaretti. Çantaları içeri taşırken bana "Ben hemen gelirim," dedi. Yürümeye koyulurken son olarak bana "Yayaya aldığımız kuruyemişleri çantadan çıkarır mısın Bahar?" dedi. "Çikolatalı cevize bayılır. O tatlı leblebileri de çok sever."
Yirmi paket aldığımız leblebiler... Ozan arabayla gidecek sanıyorum ama hayır, yürüyerek çıkıyor yola. Ayağına kapı önünde bulduğu terlikleri giyiyor. Sağdaki soldaki bütün evlerden ona selam veriliyor. Gözlendiğimizi anlıyorum. Sokakta şenlikli sesler var. Hem Türkçe hem Yunanca. Ardından birkaç adım atıp bakıyorum