Academy ve Golden Globes Ödüllü senaryosunu da kaleme alan Woody Allen’ın yönetmen koltuğunda oturduğu “Midnight in Paris”:
“Neydi o eski günler” diyenlere, o eski günlerin yıldızlar geçidine dönüşen bir oyuncu kadrosu ile sahnelenerek “taş yerinde ağırdır, bulunduğunuz zamanın tadını çıkartın” denildiği şahane bir film olmuş…
Hollywood için senaristlik yapan ve nostaljik eşyalar satılan bir dükkânda çalışan bir adam hakkında bir roman yazmakta olmasının yanı sıra Beverly Hills yerine Paris’te yaşama hayalleri de kuran Gil Pender (Owen Wilson), müstakbel kayınpederi aşırı sağ görüşlü Cumhuriyetçi John’un (Kurt Fuller) iş ortaklığı nedeniyle karısı Helen (Mimi Kennedy) ile beraber Paris’e gidecek olmasını fırsat olarak görerek nişanlısı Inez (Rachel McAdams) ile onların peşine takılmışlardır…
Dörtlü yemek yerler ve Gil ile John, (hem de dünyanın henüz “Trump” felaketiyle yüzleşmemiş olduğu bir tarih olan 2010’da) faşizm kokan Cumhuriyetçi politikaları tartışırlarken, Inez’in arkadaşları Paul Bates (Michael Sheen) ve hayat ortağı Carol’da (Nina Arianda) aniden beliriverirler…
Onların Paris’e geliş nedeni ise Paul’ün Sorbonne’daki bir seminer için davet almasıdır…
Ertesi gün Gil, Inez, Paul ve Carol birlikte ABD’li turistler olarak önce Versailles sarayını ardından da Rodin müzesini ziyaret ederler…
Her konuda muhakkak bir fikri bulunan ve çok bilmiş takılan “ukala” Paul, Rodin konusunda da kadrolu müze rehberiyle (Carla Bruni) ters düşer…
Gündüzü böyle geçiren bu iki çift akşama, John’un organize ettiği bir şarap tadımına katılırlar…
Tabii bu arada Paul’ün Fransız şarapları konusunda uzman olduğunu da öğreniyoruz…
Yani adamda yok, “yok” …
Derken Paul ile Carol’ın dans edesi de gelir…
Gil son derece gönülsüzdür…
Ancak üniversite yıllarında bir aralar Paul ile aşk da yaşamış olan Inez’de dans etmek istemektedir…
Neyse…
Nihayetinde, dans konusunda kararlı olan Inez, Paul ve Carol üçlüsü taksiye binerlerken Gil yürüyerek gitmeyi tercih eder ve kaybolur…
Kafası biraz iyi olan Gil oturup sessizce beklerken, çanlar çalar çalmaz nereden çıktığını anlayamadığı 1920 model bir Peugeot’dakilerce müziklerini piyanodaki Cole Porter’ın (Yves Heck) yaptığı Jean Cocteau için düzenlenen bir partiye götürülür…
Ve orada Zelda (Alison Pill) – Scott Fitzgerald (Tom Hiddleston) çiftiyle tanışır…
Gil, Zelda, Scott, Cole ve karısı Linda Porter biraz sıkıcı buldukları bu partiyi terk ederek Bricktop kulübe giderler…
Sahnede Josephine Baker’ı (Sonia Rolland) gören Gil’in yaşadığı şaşkınlıktan neredeyse gözleri yuvalarından fırlayacak gibidir…
Paris gecelerine yeni dostlarıyla akmayı sürdüren Gil, kendini birdenbire Ernest Hemingway’in (Corey Stoll) ağır ağır demlenmekte olduğu tenha bir mekânda bulur…
Gil yakalamışken Hemingway’den romanının taslaklarını okuyarak değerlendirmesini istese de o, bu iş için Gertrude Stein’ın (Kathy Bates) daha uygun olacağını söyler…
Bütün bunları anlattığında kendisine inanmayan Inez’i de yanına alarak bir önceki gece yaşadığı “zaman yolculuğunun” olabileceğini tahmin ettiği (belki de dilediği) tekrarı için sarı Peugeot’ya bindiği yere geri döner Gil…
Ama beklemekten sıkılan Inez, bir taksiye atlayarak otele doğru gözden kaybolur…
Fakat o da ne?
Gecenin çanları çalar çalmaz, aynı otomobil yine görünmesin mi…
Filmde de henüz dakika 34…
Daha geride, Pablo Picasso (Marcial Di Fonzo Bo) ve sevgilisi Adriana’dan (Marion Cotillard ) Salvador Dalí’ye (Adrien Brody) ve hatta Luis Buñuel’e (Adrien de Van) kadar pek çok ünlü ismin bulunduğu 62 dakikalık koskocaman bir bölüm daha var ki:
Eğer bugüne kadar fırsat bulup da izlemediyseniz kesinlikle bayılacaksınız…
Keyifli seyirler,