uğur tazegül..................................film hakkındaki yorumum.......................10 üzerinden 8.5.............................Polisiyede kimin ya da neyin zaferinin yaşandığı aslında, türün cevaplamayı arzu ettiği yegane sorudur. Kaldı ki bu cevaba göre polisiyenin türü ve toplumsal bağlamı ortaya çıkar. Çoğu zaman modern rasyonalitenin cisimleşmiş hali olarak dedektif baş rolü oynar, kimi zaman Tom Ripley gibi elit zevklere kendini kaptırmış çekici bir seri katilin zaferi ile noktalanır, kimi zaman da davanın kaderini şans belirler. Polisiyenin evreni seçilen kavrama göre belirlenir, ki bu kavramın yörüngesi çoğunlukla ahlaki bir ikilemin yarattığı yarılmanın etrafında çizilmiştir. Bu nedenle yüksek edebiyat tarafından haksız yere dışlanan polisiyenin derdinin estetikten ziyade her zaman etik olduğu söylenebilir.Günümüzün sürpriz sonlara odaklanmış, kanlı ve medikal araştırmaya öncelik veren polisiyelerinin içinde Stieg Larssonun Milenyum serisi bu 'eski tarz'a çok daha yakın.. Bilindik polisiye romanlardan çok daha büyük bir hacme sahip olan Ejderha Dövmeli Kızın bu denli popülerlik kazanmasının esas sebebi belki de bu. Akıl oyunları arasında dolaşıp kısa bir 'A-ah' anı yaşatan bulmacamsı anlatıların içinde Larsson bizi klasik polisiyenin evrenine geri çağırıyor ve sondan alınacak zevktense, sürecin kendisinden haz almamızı teşvik ediyor.Niels Arden Oplevin romandan uyarladığı Ejderha Dövmeli Kız filmi ise, her şeyden önce Larssonun duyarlılıklarına özen gösterdiği için övgüyü hak ediyor. Kuzey Avrupaya has bir atmosferi iliklerine dek taşıyan film kolaycılığa kaçmıyor ve yaşayan karakterler yaratmayı başarıyor. Hollywoodun popcorn sinemasının fabrikasyon karakter stratejisine tenezzül etmeyen bu yapımda, Avrupa polisiye edebiyatına özgü ruh yeniden canlanıyor. Görünümde bir 'kim yaptı' kurarak Agatha Cristieyi akıllara getiren film, karakterlerin psikolojilerine eğilmesi ile edebiyatta Georges Simenona, sinemada ise Henri-Georges Clouzotya meylediyor. Tıpkı Clouzot filmlerindeki gibi, görünüşlerin aldatıcı olduğu bu dünyada gerçek, ürkütücü ve beklenmedik bir anda karşımıza çıkıyor.Hepsi özenle seçilmiş oyuncuların içinde, özellikle Lisbeth Salander unutulmayacak bir kadın karakter olarak görselleştiriliyor. Nikita'dan bu yana bu denli sıra dışı ve alternatif bir kadın karakter görmediğimizi söylersek, çok da abartmış olmayız. Araştırma konusunun yanında ikinci bir öykü gibi duran Lisbeth'in hikayesi, çok da eklektik olabilecekken, yönetmenin ustalığı sayesinde anlatıya yediriliyor ve film ikili bir akış seyretmekten kurtarılıyor. O yaşam tarzını bilmeyen biri tarafından çok daha yaldızlanabilecek ya da tersi şekilde karikatürize edilebilecek Lisbeth, büyük oranda Noomi Rapaceın oyunculuğu sayesinde egzotik bir arzu nesnesi olmaktan çıkıp nefes alıp veren ve ayakları üzerinde duran hakiki bir karaktere dönüşüyor. O bilindik çılgın gotik kız efsanesinin fantezi boyutuna hiç kapılmayan ve Lisbeth'i arızaları kadar hassaslığı ile de çizebilen yönetmenin başarısını da ayrı teslim etmek gerekiyor.Romanı okuyanlar için filmin öyküsü elbette bir sürpriz değil, ancak henüz okumayan izleyici adım adım ilerleyen bu polisiye-gerilimden daha fazla haz alacak. İsveç'in karanlık tarihi ile de bir yüzleşme içeren bu öykü, polisiyenin otantikliğini veren epistemolojiye bir geri dönüş niteliğinde. Merhum Larsson'un da izlese hoşuna gideceği bu film, uzun süredir özlediğimiz polisiyenin aramıza döndüğünü muştuluyor. Bu anlamda romanın Hollywood versiyonunu gerçekleştirmek için kolları sıvayan David Fincher'a çok iş düşecek...