uğur tazegül............................film hakkındaki yorumum................. 10 üzerinden 9..........................Hollywood kendisini tüketmeye başladığından beri, olmayacak formülleri bir araya getirir, yan yana gelmeyecek türleri birbirine harmanlar oldu. Ama neredeyse tüm bu girişimler aynı bayat tada, o yapay hisse ve plastik duygulara sahip.Belki de bu nedenle tür sinemasının o katı kodlarına eninde sonunda boyun eğeceğimizi düşünüyoruz. Pastişin ötesine geçemeyen bu deneyler, ölü bir parodinin ruhsuzluğuna sahip. En iyi ihtimalle belli bir yere kadar eğlenceli oluyorlar, ama yeter dereceyi aşınca bunaltıyorlar.Tüm bunların değişebilir gerçeklikler olduğunu ise, bize Güney Kore sineması kanıtlamış durumda. Kendilerine has mizah anlayışları ne tür dinliyor, ne kod. Komedi unsurları bir bakmışsınız, en sarsıcı suç filmlerinde (Oldboy) ortaya çıkıyor; bir bakmışsınız en yürek burkan bilim kurgularda (The Host) ya da değme seri katil filmine taş çıkaran polisiyelerde (Memories of Murder) boy gösteriyor. Kimi zaman kara komedi olarak karşımıza çıkan bu unsurların zoraki iğnelemeler olduğunu ya da kıyıcı bir alaycılık taşıdığını sanmayın. Çoğu Güney Kore filmi, komediyi kelimenin tam anlamıyla nahif bir şekilde anlatısına yediriyor. İşte bunun en son örneği, Hong-jin Na'nın iki yıl aradan sonra ülkemizde gösterime giren The Chaser filmi.The Chaser, yukarıdaki örneklerde görülen otantikliği taşımasının yanında, onlardan çok daha zor bir işi becermekte: Yer yer bizi güldüren, eğlenceli bir polisiyeden sinir bozucu, telaşlı ve kanlı bir gerilim filmine dönüşüyor; nahif mizahla Testere cinsi şiddet sahnelerini yan yana getiriyor, deyim yerindeyse tüm duygularımızı allak bullak ediyor. Nasılını ancak izlediğiniz zaman anlayacağınız türden bir sentez bu. Sinemada olmaz denilen, gerilim ve komedi gibi iki unsuru bir araya getirerek tabuları yıkmaya çalışan bir deney. Tırnaklarınızı kemirirken, bir anda kahkahayı bastığınız, tuhaf mı tuhaf, ama bir o kadar da özgün bir karışım. Kendimizi her ne kadar Doğu'ya da ait hissediyorsak, aslında Batı uygarlığının kavrayışının bize ne denli hakim olduğunu gördüğümüz bir sinema deneyimi oluyor The Chaser. Belirlenmiş sınırları aşmanın olanaksız olduğunu, aşılmasının ancak postmodern yöntemlerle geçerli olabileceğini biz tartışa duralım, Oldboy ya da The Host gibi, The Chaser da mutat anlatısal formülasyonların dışında kalınabileceğinin yollarını gösteriyor. İki seçenekli şıkların dışında alternatif bir sinema dilinin imkanlılığını muştuluyor.Şimdiye kadar izlemediğiniz tarzda bir gerilim-polisiye olan The Chaser, konu olarak ise soğuk duş etkisi yaratan, bizi şoke eden, zekasına itibar edebileceğimiz bir cinayet filmi değil. Sürekli yer değiştiren, kaygan zeminde ilerleyen bir kedi-fare oyununun çok da ötesine geçemiyor. Aslında yönetmenin derdiğinin bu olmadığını da söyleyebiliriz. Film, süper-zeka katil klişesinin yanına yaklaşmayan, özdeşleşmeyi bu yolla değil de elde tutulur etik bir karakter yaratmayarak kıran, sert mi sert bir güvenlik-adalet mekanizması eleştirisi. Kaldı ki, bir trajediye doğru yol alan film, yarısından itibaren ?zamana karşı yarış? formatıyla bizi kendisine daha çok bağlıyor. Değişimler kimi zaman sert kırılmalarla gerçekleşse de, bizi inandırmayı başarıyor.The Chaser'ın en zayıf yeri ise ne yazık ki sonu. Filmin sonu, elbette beklenen duyguları yaratıyor, ancak buna sunulan mazeretler zayıf kalıyor. Çok daha vurucu olabilecekken, indireceği darbenin etkisinden ürken ve elini korkak alıştıran bir finalle karşı karşıya kalıyoruz.The Chaser, vahşi, grotesk, komik, tuhaf, gerilim dolu, korkutucu, kanlı... bir türler karnavalı. Mizah duygusunu yitirmeyen ama her daim elektrik yüklü kalan bir gerilim-polisiye. Bütün bunlarla birlikte, filmin en önemli özelliği Batı'nın uzun zaman önce unuttuğu insani bir gerçeği hatırlatması: Gülmenin ne sulu ne de sarkastik bir eylem olduğunu duyumsatan film, saf komedinin ancak trajediye hayat verilirse gerçekleşebileceğini bize bir kez daha anımsatıyor...Belki de Trajedinin Doğuşu'nu yeniden gözden geçirmenin vakti gelmiştir.