filmler gerçek dünyadan kaçışı simgeler çoğu kez insanlar için. bir gün bir film izlersinz. bir anti-ütopyada, omuzunda kargası, beyaza boyalı yüzü, acı dolu ama ironik replikleriyle kurşunun zarar vermediği bir ölüm meleğinin; 'katillerin katili' olarak kendisini ve sevdiği kadını öldüren bir grup kötüyü cezalandırdığı görürsünüz. o iki saat için gerçekler farklı oluvermiştir birden. zorbalık ve haksızlıkla, salt kötülükle mücadelenin başarılı olacağına, adaletin bir gün, bir şekilde yerini bulacağına dair inancınız artar. ancak adalet yerini bulsa, katiller hakkettikleri cehennemi yaşasa da iki gencecik insan hiç uğruna ölmüş, birlikte geçirebilecekleri bir ömürden olmuşlardır. her ne kadar filmin sonunda shelly ve eric’in yeniden birlikte olduklarını görsek de, insanlar ölse, gerçek aşk sonsuza dek sürse de, bu yönüyle içimi hep hüzünle dolduran bir filmdir the crow. bir intikam hikayesini anlatmakla birlikte kanımca aşk ve sevgi üzerine çekilmiş en güzel filmlerden biridir, romantizmin doruklarında gezinir. yan karakterlerin sağlamlığı, çekimleri, atmosferi, karanlık ve gotik yapısı, diyalogları, vermek istediği mesajları gözümüze gözümüze sokmayışı ile her zaman kalbimde ayrı bir yeri olacaktır. trajik bir raslantıyla brandon lee’nin filmin çekimlerinde ölmesi, sarah’nın 'real love is forever' demesinin ardından perdede beliren 'for brandon and eliza'yazısı da filmin sahip olduğu duygusal derinliği artıran bir yürek burgusudur...