İnternet seyircisi açısından pandemi döneminin cankurtaran simidi olan Netflix, Eylül ayı ile birlikte yaza göre bir nebze daha çarpıcı ve çekici içeriklerini yayınlamaya başladı. Bunlardan biri de pek çoğumuzun bağımlısı olduğu sosyal medya mecralarını mercek altına alan Sosyal İkilem / Social Dillema ‘belgeseli’. Belgesel tanımlamasını özellikle tırnak içinde kullanıyorum zira bu online yayın platformları belgesel türünün içeriğini, özellikle son beş yılda fazlasıyla değiştirdi. 2017 tarihli What The Health adlı sözde belgesel yapımdan beri Netflix imzalı belgesel filmlere aklımda hep başka sorular ve şüphelerle yaklaşıyorum. Zira karşınızda bir Michael Moore olmadığını siz de bilin.
Sosyal İkilem özelindeki tartışmaya dönecek olursak, film açılışını ünlü tragedya yazarı Sofokles’in “Ölümlerin hayatına giren tüm büyük olaylar beraberinde lanet getirir” sözüyle yapıyor ve seyircisini henüz ilk dakikadan “lanetlenmiş” bir akış seyredeceği konusunda uyarıyor.
Yapım dramatik kurgusunu pek çok örnekte olduğu gibi üçlü bir yapıya bölmüş. Google’ın eski Tasarım Etikçisi Tristan Harris başta olmak üzere, Silikon Vadisi’nin bir zamanlar all-star kadrosunda yer alan teknoloji dâhileri ile yapılan röportajlar, kurgusal bir aile yapısı içine yedirilerek, sorunun toplumsal karşılıkları akademi ağırlıklı başka bir grup uzman tarafından bilimsel örneklerle değerlendiriliyor. Bu omurga sayesinde de “Sosyal medya hepimizi nasıl ele geçirdi?” gibi bannelleşmiş bir başlık, içeriden gelen sansasyonel itiraflar, algoritma canlandırmaları ve birtakım arşiv verileriyle akıcı bir izlenceye dönüştürülüyor.
Silikon Vadisi’ni bir grup ‘nerd’ün yazılım ve donanım ürettiği binalar tekdüzeliğinden sıyırıp, (bireyler bir tarafa) dünya çapında siyasal ve toplumsal gidişatlara dahi etki edecek amiral gemisine dönüştüren süreci, oyunun gerçek oyuncularından dinlemek, elbette ki çarpıcı. Fakat konuşan tüm isimlerin titr’lerinin önünde birer ‘former’ sıfatı olduğunu atlamamak gerek. Yani her biri ‘önceki’ kariyerinden bahsediyor ve ekliyor “Daha fazla olumlu bir etkim olamayacağını fark ettiğim için istifa etmeye karara verdim.” Google, Twitter, Facebook, Instagram, Youtube, Pinterest ve hatta Uber’in yaratıcı, üretici ve karar verici pozisyonlarında olan bu gerçek kişiler, kolektif bir akıl ve rekabetçilikle yarattıkları titanın kendi evlatlarını yemeye başladığını fark ettiklerinde maalesef iş işten çoktan geçmişti.
Dijital iletişim ve pazarlamayla ilgilenen herkesin bildiği “bir hizmeti/ürünü ücretsiz alıyorsan aslında ürün sensindir” önermesi ile internet ve sosyal medya kullanıcılarının, hiç farkında dahi olmadan alınıp satılan birer ürüne dönüşümü Harris tarafından dile getiriliyor. Dahası reklamcılık sektörünün ağzının suyu aka aka saldırdığı dijital pazarlama dünyasının, insan psikolojisini gittikçe iyi tanıyan ama etik yoksunu yapay zekâ algoritmalar tarafından nasıl yönlendirdiğine bağlanıyor. Tam da bu noktada yaratılan ve dayatılan teknolojinin dünya çapında ‘dijitalden ekmek yemek zorunda kalan’ yüzbinlerce çalışanı sürüklediği boşluğa hiç değinilmiyor. Varsa yoksa kurban son kullanıcılar! E ama hepsi birbirine göbek deliğinden bağlı?
Toplumsal ve bireysel psikolojiden ayrı düşünülmesi imkânsız olan koskoca reklamcılık sektörünün dijital ayağı bugün globalde tek başına pazar payının %50’sini elinde tutuyor. Öyle ki bu rakamın beklenmedik pandemi koşulları nedeniyle 2020 sonunda çok daha fazla artması öngörülüyor. Ve sayın ‘tech guruları’ üzgünüm ama bunu siz başardınız! Bugün üretilen yazılı, görsel ve hatta işitsel tüm içerikler, ne anlattığı çok önemli olmasa da ya da kullanıcılara pratikte hiçbir faydası olmasa da, biçimsel açıdan Google SEO algoritmasına uygun olmak zorunda. Yaratıcı ve anadil kurallarına uygun içerik oluşturmak dijital reklamcılık ve sosyal medya pazarlama stratejilerine kurban edileli kaç bahar geçti. Dijital pazarlamanın KPI’larından bihaberseniz bir içerik tasarımcısı olarak birer hiçsiniz. Ne kadar kapsamlı ya da bilimsel bir akademik makale ürettiğinizin, rimeli vicdanına kadar çekebilen bir influencer karşısında hiçbir önemi yok, sizi Google Scholar’a alalım, bir gün biri illa ararsa orada bulur zaten.
Jeff Orlowski’nin çekip çevirdiği Sosyal İkilem filmi her ne kadar iyisiyle kötüsüyle tarafları masaya yatırmaya çalışsa da, filmin finaline doğru gelen “Peki, şimdi çözüm olarak ne yapacağız?” sorusuna yine aynı gurular tarafından verilen cevap oldukça cılız. Kişisel olarak Gmail ve Instagram bildirimlerimi kapatalı bir 5 sene olmuştur herhalde. İnsan doğasının evriminin son 100 yılda teknolojik evrimden ne kadar geride kaldığı olgusunu rakamlarla ifade edip, dijital iletişimin 10 yılda dönüştüğü vahşi kapitalist ortamı “Ben artık oynamıyorum” diyerek yok saymak bir çözüm değil. “Biz bunu böyle hayal etmemiştik, evet iş biraz kontrolden çıktı” diye günah çıkarmak ve “Çocukların eline erken yaşta telefon, tablet vermeyin” demek içine düşürüldüğümüz distopik çılgınlıklara yara bandı bile değil. Çünkü okula dönüş sezonunda ya da karne hediyesi olarak tablet indirimi reklamı basıyorlar saat başında, yine sizin sayenizde! Sözüm ona uçtan uça şifrelenip koruma altında olan özel bir WhatsApp sohbetinde geçen spesifik bir konuyu, 5 dakika sonra Instagram reklamı olarak görüyorsak, biz uygulamayı kaldırıp, kapatıp gitsek neye yarar? Siz sanıyor musunuz reklamlardan kurtulmak için ücretli Youtube ya da Spotify üyeliği aldığınızda o sevgili algoritmalar sizi takip etmeyi bırakacak?
Canınızı sıkacak çok daha fazla örneği, özellikle pandemi koşullarında pazarlama adına karşıma çıkan ve esas ikilemi yaratan, akıl almaz e-bültenleri sizinle paylaşabilirim. Fakat yazı SEO standartlarının çok üzerine çıktı. Onun yerine Twitter’ın en azından ülkemizde dezavantajlı bireyler için sesini duyurma mekanizmasına dönüştüğünü, trollerine, tüm abuk sabuk tartışmalarına rağmen kamuoyu tepkisi yaratmakta hayrımıza işlev gördüğünü ekleyip, Sosyal İkilem filmini kafanızda daha da fazla soruyla seyretmenizi ve en azından cep telefonu bildirimlerinizi kapatmanızı tavsiye ederim.
Sahi “Bunu mu demek istemiştiniz?”
Duygu Kocabaylıoğlu