Cannes'da düne damgasını Lars von Trier'in vuracağı günler öncesinden belliydi... Fakat ünlü yönetmenin bunu son filmi 'Melancholia' ile yapacağı sanılırken, Trier bunu basın toplantısında yaptığı ırkçı ve antisemitist esprilerle başardı. Cannes'da soğuk duş etkisi yaratan bu konuşmanın detaylarına birazdan döneceğiz, öncelikle 'Melancholia'dan bahsedelim istiyoruz...
2000 yılında 'Dancer In The Dark'la Altın Palmiye kazanan ve geçen yıl yine Cannes'da gösterilen 'Antichrist'la yankıları halen devam bir tartışma başlatan Lars von Trier'in yarışmalı bölümde gösterilen son filmi 'Melancholia', yönetmeni tarafından bilim-kurgusal bir felaket filmi olarak niteleniyor. Her zaman 'anormal' işlerle seyircisini şaşırtmayı başaran yönetmenin artık aşina olduğumuz, miras aldığı sinemasal geleneğe sırtını dönmeyen 'Melancholia'sı, bize dünyanın sonundan sesleniyor. Sürekli yeniyi arayan birinin elinden çıkmış, bu yönüyle de altında imzası bulunan "Dogme 95 Manifesto"sunda savunduğu her şeye karşı gelerek kotarılmış bir film 'Melancholia'. Görsel efektlerin gırla gittiği, neredeyse her sahnesinin yapay ışıkla aydınlatıldığı, Trier gözüyle yeniden çevrilen bir 'Armageddon' uyarlaması da diyebiliriz.
Kadrosunda Kirsten Dunst, Charlotte Gainsbourg, Kiefer Sutherland, Stelland ve Alexander Skarsgård, Charlotte Rampling ve John Hurt'ün olduğu filmin konusundan bahsedecek olursak; 'Melancholia' gezegeninin Dünya'ya çarpmasına ramak kala, bunalımlı gelin Justine ve damat Michael, gelinin ablasının evinde evleniyordur. Fakat düğün hiç de umulduğu gibi gitmez. Mavi gezegen 'Melancholia' Dünya'yı tehdit ettiği gibi, abla-kardeşin de arasını açmıştır. Bu metaforlarla yüklü bilim-kurgu, bir süre sonra kelimenin tam anlamıyla bir "Dünya evine girme" törenine dönüşecektir...
Eleştirmenler arasında, "Seyircisini ilk yarısında depresyona, ikinci yarısında melankoliye boğan nefes kesici bir film" diyerek filmi öven de var, "Teknoloji harikası gezegenin gelip Dünya'ya çarpmasını ve Trier'in ağır ve de yorucu filminin bitmesini iple çektim" şeklinde yeren de...
Gelelim olaylı geçen basın toplantısına... "Ben bir Nazi'yim", "Hitler'i anlıyorum" gibi şaka mı gerçek mi olduğu belli olmayan sözlerle kendi standartlarının bile üzerinde bir tartışma başlatan Trier, şakalarına başrollerinde Charlotte Gainsbourg ve Kirsten Dunst'ın olduğu 4 saatlik bir porno film yazdığı müjdesini vererek başladı. İçinde bol bol 'hard-core' sahnenin olacağını da ekledi... Bu sırada gazetecilerden birinin yönetmene Alman köklerine dair bir soru yöneltmesiyle çok tartışılacak şakaların da fitili ateşlenmiş oldu... "Ben uzun bir süre Yahudi olduğumu düşündüm ve bir Yahudi olduğum için mutluluk duydum... Daha sonra Yahudi olmadığım ortaya çıktı... Gerçekte bir Nazi olduğumu keşfettim ki bu bana keyif de verdi. Ne diyebilirim ki? Hitler'i anlıyorum. Bazı yanlış şeyler yaptı, kesinlikle, fakat son saatlerinde onu orada, sığınağında oturmuş olarak görüyorum... Ona sempati besliyorum, evet, birazcık..." dedi ve ekledi: "Hadi ama, ben II. Dünya Savaşı'na karşıyım, Yahudilere karşı değilim." Bu sözlerin ardından beklediği tepkiyi alamayan Trier, cümleyi nasıl toparlayacağım şimdi ben, dedi ve sözlerini "Tamam, ben bir Nazi'yim" şeklinde noktaladı.
Çok geçmedi, Trier'in sözcüsü tarafından basına şöyle bir açıklama yapıldı: "Bu sabah basın toplantısında sarf ettiklerim yüzünden birilerini incittiysem tüm içtenliğimle özür diliyorum. Ben hiç bir şekilde anti-semitist ya da ırkçı değilim, Nazi olmadığım gibi."
Her ne kadar bu sözleriyle filmini gölgelese de, Trier'in işlerinin Cannes'da her zaman ödül şansı var bizce...
Kadın yönetmenlerin ağırlığını bolca hissettirdiği bu yılki Cannes'da dün, Yarışmalı Bölüm'de 'Hanezu No Tsuki' filmiyle üçüncü kez boy gösteren Japon yönetmen Naomi Kawase vardı. Doğaya bir övgü niteliğindeki film, bekleyişin hazzına ve köklü geleneklere bir saygı duruşunda bulunuyor...
Filmin merkezinde, yönetmenin önceki filmlerinde olduğu gibi yine doğa var. "Modern toplum insanı, doğanın bir parçası olduğunu kabul edemiyor oluşunun acısını çekiyor. Benim filmlerimde insanlar neredeyse yan rolleri oynarlar, başrolü doğaya veririm" diyen yönetmen, filminde, Japon medeniyetinin beşiği Asuka bölgesinin hikâyesini anlatıyor. Eskiden insanların geçen zamanın keyfini çıkardıkları, ama artık buna tahammüllerinin olmadığı bir yer. Kahramanlarımız Takumi ve Kayoko, atalarından miras gerçekleştirilmemiş umutlar ve düşlerle yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardır. Geçip giden yılların ruhlarını ve öykülerini taşıyordur ikisi de...
"Eski devirlerde, insanlar kendilerine daha çok zaman ayırırdı ve düşlerinin gerçekleşmesi için uzun bir süre beklerlerdi. Bazen bir şeylerin olgunlaşmasını beklerlerdi, sevilen birinin geri dönmesini ya da ailesinin dönüşünü. Ve bazen de sadece beklerlerdi, artık beklemenin bile bir anlam ifade etmediğini bildikleri halde" şeklinde tanıtıyor filmini yönetmen Naomi Kawase...