HK: O komedi anlarından bahsettiniz, sorularımdan biri de o aslında. Birkaç kara komedi anı var. Özellikle bu revir kapısında herkesin kayması ama Yusuf'un gayet sağlam bir şekilde oradan geçişi… O sahneleri yazarken ne düşündünüz? Nasıl çıktı o sahne?
FK: Birincisi donmuş kapıyı açmak için sıcak su döküyorlar. Bir zaman sonra, kapının etrafı buza dönüşüyor zaten. Bu gerçeklikle yola çıktık aslında. Burada her şey buza dönüşüyor ve Türkiye'de herkes için, özellikle o tür bürokratik yerler için zemin çok kaygan. Hem onu karşıladı, hem buradan bir şey çıkacak hissi yarattı insanlarda.
HK: Yatılı okul atmosferiyle ilgili açıkçası çok bir bilgim yok. Gerçekten bu kadar sert mi? Bu kadar böyle bir askeriye havasında mı? Yoksa kurmacanın yarattığı, sizin daha sivrilttiğiniz tarafları var mı?
FK: Değil, daha sert. Yaşadıklarımızın yüzde 10’u bile değil bu. Fakat pür bir gerçeklik çoğu zaman sinemasal olmuyor. Çünkü nominalist ve sloganist bir yaklaşım, duygu olarak izleyiciyi uzaklaştırıyor. Daha böyle sessizce ve samimice yaklaşımı daha etkili buluyorum. İnsanlara ulaşmak, onlara bir derdi anlatmak, bence daha yumuşak bir şekilde mümkün olabilir. Fakat okulda yaşanılan bu şiddet biraz da bizim militarist geçmişimizle ilgili. Hamidiye Alayları’ndan cumhuriyete ve günümüze sirayet eden militarizmin Türkiye’deki insanların üzerinde yarattığı dezenformasyona ve Kürtler üstünde kurduğu baskıya bağlıyorum. 1928’e kadar toplumun, iç ve dış ”mihraklara” karşı askerileştirilmesinden bahsedebiliriz. Bu arada belli bir dönem aralığında bu gerekliydi, evet. Ancak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki iki kutuplu dünyada, Türkiye’deki askeri düzen topluma başka bir militarist ruh ekliyor. 1950’lerden sonra sağ ve solda eğitim kampları oluşmuştu ve çoğunlukla öğrenciler bu kamplarda askeri eğitim görüyordu. Sağı, ABD, solu ise Sovyetler himayesine almıştı. Bunu ilk başta okullarda görebiliriz. Bu yatılı okullar da, tıpkı 1970’lerdeki eğitim kampları gibi, 1950 sonrasındaki dönemin militarist kültürünün bir ürünü. Asimilasyon da şiddet de, tam da kışlaya benzettiğiniz bu militarizmin içinden çıkan bir olgu. Kışlada herkes aynılaşır, aynı ruha sahip olur. Bu filmi yapmamızın kökeni biraz da bu tarihsel gerçeklikle ilgili. Toplumun militarizasyonu başlangıçta kişisel olarak beni, sonra etrafımda gördüğüm bir çok entelektüeli bir şekilde etkiledi. Özellikle bizim kuşaktan bir çok insan yatılı okullarda büyüdü. Okulun kışla ya da hapishane gibi görülmesinin sebebi toplum olarak böyle bir militarizasyon sürecinden geçmiş olmamız.
HK: Evet aslında gerilimi oldukça yüksek bir hikaye ve son ana kadar da işte Memo’nun başına gerçekten ne olduğunu öğrenemiyoruz ve orda da aslında bi ters köşe var. Bu gerilimi oluştururken, tabii ki o atmosferin de etkisi büyük. Nasıl yarattınız ortamını? Nasıl gelişti?
FK: Filmin öncesinde hiç prova yapmadım. Bu filme özgü olarak prova yapmanın oyuncukları mekanikleştireceğini düşünüyordum. O yüzden masa başında bütün planları, sesleri ve genel atmosferi tasarlamam gerekirdi. Filmde yaklaşık 8 ay önce başladım ön çalışmaya ve bütün planları tasarlamaya. Sanırım girmiş olduğunuz hissiyatta bu çalışmanın katkısı büyük. Bir de zaten hem mimarisine, hem de orada bulunan herkese (öğretmen, öğrenci ve hizmetlilere) çok hakimdim.