Peki gelelim Ömer’e. Tanıdık bir karakter gerçekten, çok fazla Ömer var toplumda ve bizzat tanımasak da her gün okuyoruz ya da haberlerini duyuyoruz, Ömer rolü için siz nasıl hazırlandınız?
A.Ç.: Müzik dinledim, Ömer’in dinleyebileceğini düşündüğüm müzikleri dinledim. O beni çok motive eden bir şey.
Ne dinliyor peki Ömer?
A.Ç.: Biraz karışık, Ebru Gündeş de dinliyor Cengiz Kurtoğlu da dinliyor, türkü de dinliyor yani ben öyle yorumlamıştım. Bilmiyorum belki başka şeyler de dinliyordur ama bana o atmosferi hissettiren müzikler bunlar oldu. Kendimce bir postür üstüne de çalıştım, yürüyüşümü düşündüm. Çünkü sosyokültürel konumun ve yaşantının getirdiği şeyler, insanın hem fiziğine yansıyor hem de konuşma biçimine, iletişim kurma şekline yansıyor. Bunların üstüne düşündüm.
"Cam Perde" ilk filminiz bildiğim kadarıyla ve İstanbul Film Festivali’nde En İyi Erkek oyuncu ödülünü aldınız, bekliyor muydunuz bu ödülü, neler hissettiniz?
A.Ç.: Daha önce bir uzun metrajda kısa bir rolüm vardı ama “Cam Perde” böyle bir sorumluluk aldığım ilk filmdi. Hiç beklemiyordum ödülü, tabii ki çok güzel bir duyguydu, çok gurur vericiydi ama beklemiyordum, sürpriz oldu.
Ömer’e kıyasla Selim daha makul görünen bir karakter, ama sonunda onun da “sevdiği kadını korumak için” şiddete başvurabileceğini görüyoruz, aslında hiç öyle biri gibi görünmezken. Sizin kişisel olarak bağ kurabileceğiniz bir durum mu bu?
U.K.: Evet aslında, buna benzer bir soru filmi ikinci kez izlediğimizde de gelmişti, sen olsan ne yaparsın diye. Gerçekten onun gibi davranmam diyorum ama yerinde olsam bunu deneyebilir miydim diye de düşünüyorum ve muhtemelen deneyebilirdim. Çünkü şiddete biz çok kolay başvurmadığımızı sanıyoruz, çaresiz kaldığımızda başvurduğumuzu sanıyoruz ama böyle sanki insan yapısı gereği mi ya da erkek doğası gereği mi bilmiyorum, çok çabuk da çaresiz hissedebiliyoruz kendimizi. Bence şiddet orada hem ses değiştiriyor hem yer değişiyor. Aslında bu erkeklik için de böyle; erkeklik derken sadece erkek bireylerin uyguladığı bir davranış biçimi değil, bu böyle bir algılama biçimine, yaşam tarzına da dönüşüyor. Mesela Ömer’in annesi de bence bir o kadar erkek diliyle yaklaşıyor, bunu kabul ediyor, olması gerekenin bu olduğunu düşünüyor. İşte kitaplar okuyarak sanatla haşır neşir olarak bunu söküp attığımızı düşünüyoruz, sanıyoruz ama bir tortusu kalıyor. Belki de bu içgüdüsel bir şeydir, o kadar da hazır değilizdir daha ya da ne bileyim işte insanlık tarihimizin, ülkemizin biraz profilini düşününce, bir iki jenerasyona daha ihtiyacımız var gibi geliyor bunu aşabilmek için.
S.K.: Senin yaptığın çok cesaretli bir bakış bu arada bence. Kendini de işin içine katarak bakıyorsun.
U.K.: Öyle ama hepimiz mikro düzeyde şiddeti içimizde barındırıyoruz bence. Yani şiddet, bu olmadı mı dur ben şiddete başvurayım gibi bir şey değil. İçimizde zaten olan bir şey ve burada daha görünür oluyor. Çünkü bu adam “onun anladığı dilden konuşalım” diyor. Yani bu Selim’in kendisini aklayabileceği bir şey; “bak onu denedim, bunu denedim, karım olacak kadın…” diyerek yine o sahiplenme ve iktidar üstünden savunacak kendisini. Dolayısıyla aslında bence şöyle de bir şey oluyor, Selim “kazanmış bir insan” olduğu için ondan gelen şiddet de çok güzel şekil değiştirebiliyor. Ömer o noktada çok daha okları üstüne çekebilecek bir karakter, böyle sınıfsal ve sosyoekonomik bir sonucu da var. Selim o şiddeti daha perdeleyerek kullanabiliyor ve dolayısıyla da daha tehlikeliymiş gibi geliyor bana Selim’in başvurduğu yöntemler.
A.Ç.: Ömer daha dürtüsel, içgüdüsel hareket ediyor. Selim’in biraz daha bunu maskeleyen başka bir tarafı da var.