Uzun boylu bir bayram tatili planınız yoksa, bu hafta sonu Thomas Ripley’in karanlık ve karmaşık evrenine dahil olmaya ne dersiniz? Hem edebiyat, hem sinema tarihçesinin popüler karakterlerinden biri olan Amerikalı yazar Patricia Highsmith’in yarattığı Tom Ripley, uzun bir aradan sonra yeni bir uyarlaması ile Netflix koleksiyonundaki yerini bu hafta aldı. Her biri en az 45-50 dakika olan 8 bölümlük bir mini dizi şeklinde kurgulanan yeni Ripley (2024) geçmişte izlediğiniz uyarlamalardan çok daha karanlık, gizemli ve rahatsız edici bir iş. Hiç bilmeyenler için mevzunun ufak bir tarihçesini ele aldıktan sonra, elimizdeki taze uyarlamaya bir bakış atalım.
Şubat 1995 tarihinde hayata veda eden Amerikalı yazar Patricia Highsmith, geride bıraktığı polisiye gerilim eserleri ile şimdiye kadar 40’tan fazla uyarlamaya kaynaklık etmiş bir isim. 1955 tarihli The Talented Mr. Ripley (Becerikli Bay Ripley) romanının yanı sıra Strangers on a Train (Trendeki Yabancılar) (1950), The Price of Salt (Carol) (1953), Deep Water (Derin Sular) (1957), The Cry of the Owl (Baykuş Çığlığı) (1962) ve devam kitabı olarak da yorumlayabileceğimiz Ripley’s Game (Ripley’nin Oyunu) (1974) gibi eserleri hem edebiyat hem görsel sanatlar camiasına hediye eden Highsmith’in mirası, taşıdığı psikolojik derinlikler ve karakter analizler ile tazeliğini eredeyse 70 sene sonra bile koruyor. Ripley (2024) mini serisine mevzu bahis olan Tom Ripley ve onun Mr. Greenleaf + Marge ikilisi ile kurduğu ilişki öyle evrensel ve Aristocu bir mantıkla işliyor ki; sinema sanatı da 70 yaşındaki bu karakteri halen iştahla ele alıp, keyifli seyirliklere dönüştürebiliyor. Bu bağlamda Akademi Ödüllü usta sinemacı Steven Zaillian, kendi hayatınızda - kedi bile olsanız!- muhtemelen asla karşılaşmak istemeyeceğiniz bir Tom Ripley portresi yaratmış. Bu meşakkatli yola çıkarken de yine bol ödüllü bir isim olan, başrol Andrew Scott’un etinden sütünden sonuna kadar yararlanmayı bilmiş.
Girişte bahsettiğimiz gibi daha önce René Clément tarafından yönetilen Alain Delon’lu Kızgın Güneş (1960) ve Matt Damon, Jude Law, Gwyneth Paltrow ve Cate Blanchett’i bir arada seyrettiğimiz Yetenekli Bay Ripley (1999) filmlerinden hem öykünün akşına hem karakterlere aşağı yukarı aşinayız. İtalya’ya yerleşen oğlu Dickie Greenleaf (Johnny Flynn)’i Amerika’ya geri getirmek için, aslında pek de tanımadığı Tom Ripley’in (Andrew Scott) yardımından medet uman baba Herbert Greenleaf (Kenneth Lonergan), biricik oğlunun başına nasıl bir bela sardığından da habersiz, masraflarını da karşıladığı Ripley’i Napoli’ye yollar. Bildiğimiz hikayede Ripley başta, Mr. Greenleaf’e verdiği sözü tutmak istese de, İtalya’nın Akdeniz iklimine ve tabii Dickie’nin yaşantısına kendisini çabuk kaptırır. Bu arada sosyal statü olarak Dickie ve Marge ile arasında fersah fersah mesafe vardır, fakat kurnaz ve zeki bir insanoğlunun neredeyse tüm yeteneklerini kendisinde toplayan Ripley hiç bilmediği İtalyanca da dahil, bu sosyal çevreye dair her şeyi çok çabuk kapar ve öğrenir. Zaten ‘bir şeyleri taklit/kopyalama yeteneği’ doğuştan vardır ve bunu gezici sirk göstericisi olarak harcamak yerine nitelikli dolandırıcılık ve kalpazanlık için kullanır!
İşte bizim yeni Ripley’imizin nevi şahsına münhasır karakteri, önceki Ripley portrelerinden farklı olarak tam da bu noktada şekilleniyor ve ne yapacaksa motivasyonunu da aslında kötücül, öz benliğinden alıyor. Ne Delon’un aşağılık kompleksi ile katile dönüşmesi ne de Matt Damon’ın bir anlamda aşkına karşılık bulamadığı ve yine küçümsendiği için kendisinde cinayet motivasyonu bulması var Andrew Scott’ın Ripley’sinde. Yeni mahsül Ripley’imiz dümdüz kötü. Zaten ilk bölümün ilk New York evresinde geçimini nasıl sağladığını Zaillian’ın senaryosu o kadar güzel ele alıyor ki gelen bu İtalya teklifi, rezil hayatını sıfıra çekmek ve yeni, tertemiz dolandırıcılıklara kapı açmak açısından biçilmiş kaftan adeta Ripley için. Ne Marge’ın açıktan belli ettiği güvensizliğe ne de Freddie’nin üstü kapalı aşağılamalarına gerek yok Ripley’in bilenmesi için. Üstelik Johnny Flynn’ın Dickie’si selefi karakterlere nazaran, üstenci ve kibirli bir bakışı olmayan, çok daha kibar ve dostane bir Greenleaf portresi çizerken, Akdeniz’in sularını boylamaktan yine de kurtulamıyor. Çünkü karşısında gerçek bir psikopat var!
Steven Zaillian’ın siyah-beyaz bir düzlemde ve 1960’lar İtalyasına kondurduğu, film-noir’in neredeyse tüm nüvelerini tek tek serpiştirdiği Ripley, öncüllerinden en çok bu bağlamda ayrışıyor kanımızca. Üstelik Hamlet’ten günümüze miras “erkek kardeşi öldürüp karısıyla evlenme ve mülküne konma” motifi bu sefer sadece %50 çalışıyor. Zaillian bu meşhur hikayeden ‘aşkı çekip çıkartmış’ desek herhalde abartı olmaz, en azından Ripley adına. 1999 tarihli filmde oldukça göz önünde olan eşcinsel yakınlıklar da elimine edilmiş ve Ripley neredeyse aseksüel bir kişi olarak resmedilmiş. İşin içinden Marge’a ya da bedensel başka bir arzu nesnesine ulaşmak kaldırılınca, Ripley’in maddiyat çerçevesinde şekillenen saf kötülüğü daha da net vücut bulmuş.
Tüm bu anlatı içerisinde siyah-beyaz çekim tekniğinin yanı sıra Zaillian’ın rejisi, Barok resmin babası sayabileceğimiz İtalyan ressam Caravaggio’nun ışık ve karanlık oyunları ile bütünleşmiş. Her bir bölümü özetleyen ayrı bir Caravaggio tablosu ve öyküsü var adeta dizide. Bu açıdan bakıldığında Zaillian siyah-beyaz çekimi tercih ederek seyirciyi hem İtalya’nın masmaviliğinden ve cinayet işlense dahi insanın dikkatini dağıtabilecek sıcaklığından (bakınız 1960 tarihli ilk film!) hem de Caravaggio’nun orijinal renklerinden bilerek mahrum ediyor. Öte yandan, Robert Elswit’in üstlendiği görüntü yönetimi öyle ustalıkla kurgulanmış ki, ekrana gelen her bir tablonun ışık oyununu gayet net anlamlandırabiliyorsunuz.
Uzun lafın kısası, bu hafta sonu evdeyseniz “Bu hikayeyi zaten biliyoruz!” ön yargısından sıyrılarak yeni nesil Ripley’e bir şans verin. Andrew Scott’ın sinir bozucu derecede yetkin oyunculuğunun yanı sıra, Dakota Fanning de şimdiye kadarki en feminist Marge olarak karşımıza çıkıyor diyebiliriz. Ayrıca Ripley's Game (2002)’den sonra John Malkovich’i tadımlık olarak bu yapımda da görmek dikkatli seyirci de tebessüm yaratacaktır. Pasta üzerindeki çilek olarak da 1960’ların büyüleyici İtalyan dokusunu ve manzaralarını yakalamak, Roma’nın açık hava müzesi sahnelerine ve nihayetinde Caravaggio’ya doymak için Ripley’e mutlaka bir şans verin.
İyi seyirler!
Duygu Kocabaylıoğlu