Nicolas Cage'in tüm zamanların en ikonik canavarlarından Kont Dracula'ya hayat verdiği korku - komedi filmi "Renfield"ın vizyona girmesi ve gelmiş geçmiş en korkunç Dracula filmi olacağını iddia eden "The Last Voyage of the Demeter"in ilk fragmanının yayınlanması şerefine vampirlerin beyaz perdede boy gösterdiği en unutulmaz filmleri hatırlayalım istedik.
Vampirler, 1922 tarihli bir sinema klasiği olan "Nosferatu" filminden bu yana sinemanın adeta ayrılmaz bir parçası. Onları yalnızca korku filmlerinde değil; komedilerde, animasyon çocuk filmlerinde, romantik dramlarda, aksiyon filmlerinde ve hatta süper kahraman filmlerinde bile gördük, görmeye de devam edeceğiz.
Robert Eggers'in yıldızlarla dolu kadrosuyla ilgi uyandıran "Nosferatu" yeniden çevrimi ve Marvel Studios'un Mahershala Ali başrollü "Blade" filmi gibi farklı uçlarda yer alan vampirli yapımlar da sırada izleyiciyle buluşmayı bekliyorlar.
Sinema tarihinin her dönemine yayılan onlarca vampir filminden yalnızca on beşini seçmek kolay değildi ama olmazsa olmazlar ve bazı farklı bakışlar bu listede sizi bekliyor.
İyi Seyirler!
Nosferatu (1922)
Bram Stoker'ın romanının haklarını alamayan F.W. Murnau, Drakula'yı Kont Orlok'a dönüştürdü. Tiyatro oyuncusu Max Schreck'in şaşırtıcı bir makyajla canlandırdığı karakter, neredeyse tarif edilemez bir kötülük taşıyor. Bela Lugosi ve Christopher Lee gibi sonraki ünlü Drakulalar, karaktere kendi unutulmaz yorumlarını getirdiler, ancak burada, Murnau'nun dışavurumcu gölgeleri arasında sürünen pis, yıpratıcı bir kötülük bariz bir şekilde öne çıkıyor. Kendisinden sonra gelen her vampir filmi için bir mihenk taşı olmaya devam eden filmin yanı sıra, Max Schreck'in gerçekten de bir vampir olduğunu öne süren "Shadow of the Vampire" filmi de izlemeye değer. Burada Schreck'i Willem Dafoe canlandırıyor.
Dracula / Drakula (1931)
Kont Drakula'nın Universal'ın klasik canavar filmindeki ilk çıkışı; atmosferi, muazzam setleri ve gotik mimarisiyle, modern vampir filmlerinin meydan okumaya cesaret edemeyeceği kadar etkileyici bir film. Bela Lugosi'nin Doğu Avrupa aksanıyla bütünleşen Drakula performansı, kendisinden sonra gelen Drakula temsilleri için adeta şablonu belirliyor. 1930'ların kısıtlı imkanlarına rağmen "Dracula" bugünün izleyicileri için hala etkileyici olabilecek potansiyele sahip. Özellikle Lugosi'nin delici bakışları ve Drakula'nın hipnotik dehşeti kolay kolay akıldan çıkacak gibi değil...
Vampyr (1932)
Bir korku klasiği olan 1932 yapımı "Vampyr" Danimarkalı yönetmen Carl Theodor Dreyer'ın vampir gizemini yaratabilmek için o dönemin sinemasının imkanlarını ve yaratıcı sınırlarını zorladığını gösteriyor. Doğaüstü efektlerle rüya benzeri sahneleri yaratabilmek için gölgeler yoğun şekilde kullanılıyor. Film belki "Nosferatu" kadar ünlü ya da başarılı değil ancak tekniklerin sınırlı olduğu günlerde bile görsel efektlerin nasıl kullanılabileceği, vampir filmlerinin kendilerini nasıl farklılaştırabileceğinin bir örneği.
Dracula (1958)
Eşsiz Terence Fisher tarafından yönetilen, Peter Cushing ile Christopher Lee'yi bir araya getiren; renk, ihtişam, seks ve kanla dolup taşan 1958 yapımı "Dracula" (Horror of Dracula) Jimmy Sangster'ın cesur senaryosuyla Bram Stoker'ın romanının içini bir anda boşaltıyor ve anlatıyı özgür kılıyor. Olayı Romanya ile sınırlayan ve karakterlerin yarısını kesip atan bu versiyonda, Jonathan Harker'ın aslında Van Helsing (Cushing) için çalışan bir casus olduğu yalın bir macerayla başbaşayız. Lee, kibar ve karanlık bir şekilde baştan çıkarıcı bir Drakula performansı ortaya koyuyor ancak, dişlerini gösterdiği anlarda da gerçek bir vahşet var...
The Hunger / Açlık (1983)
Sinemada çok fazla vampir filmi gördüğümüz 1980'li yıllarda, Tony Scott tarafından yönetilen bir erotik gerilim olan "The Hunger" o dönemde anlamlı bir temsile aç olan lezbiyen topluluğu için çok etkiliydi ve yıllar içinde bir kült klasiği haline geldi. Lezbiyen vampir geleneği aslında 1936'daki "Dracula's Daughter" filmine kadar uzanır. Filmin çıtayı çok yükseltmesinin bir nedeni de oyuncularıdır. Catherine Deneuve, David Bowie tarafından canlandırılan uzun süreli sevgilisinin ölümüyle başa çıkmaya çalışan baştan çıkarıcı bir kadını canlandırıyor ve Susan Sarandon onu tuzağa düşüren genç bir doktor olarak rol alıyor.
The Lost Boys / Kayıp Çocuklar (1987)
İlhamını Peter Pan hikayesinden alan "The Lost Boys" daha az masumiyet içeren kanlı bir vampir hikayesi. Tam bir 80'ler korkusu olan filmde Kiefer Sutherland'ın uyumsuz Santa Carla vampir çetesi, arazi motosikletlerine biner ve diğerlerini böcek yediklerine inandırarak akıl oyunları oynar. Yönetmen Joel Schumacher'ın 80'lerin izin verdiği kadar çılgın olan vizyonu ve vampir makyajları korku uyandırmayı amaçlıyor. Bugün ne kadar etkili olacağını bilemiyoruz ancak "The Lost Boys" izleyicilerin abartılı stil anlayışıyla asla unutamayacakları bir film.
Near Dark / Karanlık Bastığında (1987)
Kathryn Bigelow, revizyonist Western filmini finanse edemeyince, bu eşsiz tür melezi filmi yapmak için 1980'lerin vampir dalgasını kullandı. Küçük bir orta batı kasabasında geçen muhteşem, kanlı ve romantik açıdan aşırı duygusal bir film olan "Near Dark", vampir Mae (Jenny Wright) ve Mae'nin aşık olup ısırdığı Caleb (Adrian Pasdar) hakkında karmaşık bir aşk hikayesidir. Mae, şiddetten uzak bir gecede Caleb'e aşık olur ancak kendi vampir kabilesi oldukça şiddetlidir ve Bigelow, romantik olmaktan çok uzak bir bar sahnesiyle içgüdüsel vahşeti getirir. Bigelow'un prestijli bir kariyer için için tür sinemasından asla ayrılmamış olmasını dileyenler için bu film, onun "daha az ciddi" filmlerinin en başından beri ne kadar çarpıcı olduğunu hatırlatıyor.
Bram Stoker's Dracula / Drakula (1992)
Usta yönetmen Francis Ford Coppola, Bram Stoker'ın Drakula'sını estetik açıdan yoğun bir deneyim sunan, gotik bir korku filmi olarak uyarladı. Yönetmen bu filmde, sadece pratik ve kamera efektlerin kullanılmasını talep etti; bu da kostümlerden geçiş efektlerine, renk ve ışık kullanımından dekorlara kadar gözler için şaşırtıcı bir şölenle sonuçlandı. Gary Oldman'ın Kont Dracula'sı ve Anthony Hopkins'in Van Helsing'i unutulmaz performanslar olarak hafızalara kazındı. Coppola, prodüksiyonun her yönünü 90'ların izin verdiği şekilde abartırken, Eski Hollywood'un gösterişli doğasını da koruyarak yüceltti.
Interview with the Vampire / Vampirle Görüşme (1994)
Vampir filmi deyince akla ilk gelenlerden "Interview With the Vampire", 1791 İspanyol Louisiana'sında başlayan seksi bir film. Tom Cruise şeytani derecede zarif Lestat, Brad Pitt rüya gibi çelişkili Louis olarak izleyici karşısına çıkarken; henüz küçük bir çocuk oyuncu olan Kirsten Dunst, genç bir bedende sonsuza kadar sıkışıp kalan bir çocuk olarak destekleyici bir karaktere hayat veriyor. Saç ve makyaj tasarımından set dekorasyonuna kadar oldukça gösterişli olan bu film, tüm süslü ayrıntılarıyla En İyi Sanat Yönetimi dalında Oscar adaylığı almıştı.
From Dusk Till Dawn / Gün Batımından Şafağa (1996)
Quentin Tarantino ve Robert Rodriguez imzalı "From Dusk Till Dawn" sürpriz bir şekilde vampir filmine dönüşen bir polisiye gerilim filmi. Karanlık bir adam kaçırma senaryosu olarak başlayan hikaye, kısa sürede çılgın ve kanlı bir canavar mücadelesine dönerken; George Clooney, Harvey Keitel ve Juliette Lewis vampirleri şiddetle yok etmek için kutsal su balonlarına ve kaya matkabı kazık makinelerine yöneliyor.
Let The Right One In / Gir Kanıma (2008)
Tomas Alfredson, John Ajvide Lindqvist'in romanını, dışlanmış çocuklar arasındaki ilişkiyi vurgulamak için korku unsurlarını ve vampir hikayesi klişelerini yumuşatarak uyarlıyor. 12 yaşındaki Oskar ve komşusu Eli, Oskar'ın zorbalar tarafından mağdur edilmesi ve Eli'nin gizli vampirizmi tarafından beklenmedik bir şekilde bağ kurmak zorunda kalır. Toplum, her iki çocuğu da karanlığa sürüklemiş ve onları kendi imkanlarıyla hayatta kalmak zorunda bırakmıştır. Nahoş gerçekleri asla bastırmayan trajik ve hassas bir aşk hikayesi olan "Let The Right One In" 2000'li yılların en iyi vampir hikayelerinden biri.
Thirst / Kan Arzusu (2009)
Park Chan-wook'un vampirleri, tabuları, romantizmi ve utancı ele aldığı "Kan Arzusu"ndaki karakterlerin hepsi, Chan-wook'un geleneksel ve alternatif vampir deneyimleriyle keşfettiği bir şeye susamış durumda. Katolik bir rahip vampire dönüşür ve hayal kırıklığına uğramış bir eş, değişimi kavrayışında yasak romantizmi arar. Bundan sonra yaşanan şey, adam kaçırmalar, cinayetler ve sonsuz mahkumiyet tefekkürleridir...
Only Lovers Left Alive / Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (2013)
Jim Jarmusch'un vampirizmi tasasız bir indie rock tavrıyla ele aldığı "Only Lovers Left Alive" vampir filmleri için fazla havalı. Tom Hiddleston sakinleştirici zarafetiyle münzevi bir kapatma rolüne uyarken, Tilda Swinton'ın akışa uygun zarafeti büyüleyici. Mia Wasikowska ve Anton Yelchin'in karakterleri bu karamsar kan emicilere biraz kaos ekliyor ve Jarmush vampirliği uyuşturucu bağımlılığı ve insanlığın yoğunlaşan yozlaşmasıyla bir tutmak için kullanıyor...
A Girl Walks Home Alone at Night / Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız (2014)
Yazar ve yönetmen Ana Lily Amirpour'un ilk İran vampir-Western filmi olarak tanımladığı bu siyah-beyaz türler arası filmde, Sheila Vand kurgusal Bad City'nin sokaklarında dolaşan genç bir vampiri canlandırıyor. Yemek için avlanan ve sonunda Arash (Arash Marandi) adında bir adamla tanışan isimsiz kız, "Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız" başlığının altını hem tehditkar doğasıyla hem de yalnızlığının getirdiği melankoliyle dolduruyor. Filmin fantastik arka planı da feminist bir kimlik keşfi için özellikle etkili bir alan olduğunu kanıtlıyor.
What Do We Do in the Shadows / Aylak Vampirler (2014)
Jemaine Clement ve Taika Waititi imzalı "What We Do in the Shadows" vampir filmlerini, en az Rob Reiner'ın sahte rock n' roll belgeseli "This Is Spinal Tap"ın sahne arkası metal belgesellerini taklit etmesi kadar muhteşem bir şekilde taklit ediyor. Sinema tarihinde vampir filmleri üzerinden bir yolculuk olan olan ve şapşal bir mizahla beslenen film en iyi korku komedilerinden biri olarak değerlendiriliyor.