Türk Lokumu
Yazar: Cihan AydınHollandalı yönetmen Paul Verhoeven kariyerinin her döneminde yaptığı işlerle sansasyon yaratmış özgün bir isim. Verhoeven'ın sinemasını tartışmalı hale getiren ise, hemen herkesin de bildiği üzere şahsına has bir tür edepsizlik. Bu ithamı yaratan öncülleri sıralamaya kalkarsak en çok vurgu yapmamız gereken, kendi kendini pek ciddiye almamak şeklinde dışavuran "aşırı" ince mizahının ana malzemeleri arasında cinselliğin de bulunması durumu olurdu hiç şüphesiz. Bu açıdan bakınca hepsi kendi alanında abide haline gelmiş Verhoeven filmleri arasında "Showgirls" örneği ve bu filmle Razzie ödüllerinde kazandığı En Kötü Yönetmen ödülünü gidip bizzat kabul etmesi de onun kaba mizahının çok bilinen orijinal ürünleri... Bu anlamda cinselliğin ve kara mizahın iç içe geçmiş hali, Verhoeven'in sinemasını bir anlamda John Waters'ın trash kültlerinden daha üst bir mertebeye taşıyor genellikle. Yazımıza konu olan "Türk Lokumu" ise tüm bu özellikleri bünyesinde barındıran yapısı ve 1970'lere has retro hali ile bu konuda eşsiz bir örnek.
Hakkında yazılan tüm yazılarda da aceleyle vurgulandığı üzere "Türk Lokumu", Jan Wolkers'ın Almanca konuşulan ülkelerde özellikle liseli gençler arasında oldukça yaygın olan aynı adlı eserinden uyarlanmıştır ve Hollanda'da ülke sineması tarihinde en iyi filmlerden biri olarak kabul görür. Bu bilgilere trivial olmanın ötesine geçen basit anlamlar yüklediğimizde filmi daha kolay anlamlandırabiliyoruz. Aksi takdirde, yapıldığı dönemde filmin seyircisiyle olan etkileşimini göz ardı ederek yapılacak bir yorumsama, zihinsel bir üretimi soyut bir alana hapsetmek olurdu. Zira romanın daha ziyade genç kuşaklar arasında yaygın olduğunun altını çizerkenki amacımız, filmin toplumsal muhafazakarlığa karşı edepsiz duruşunun tesadüfi bir dil olmadığına vurgu yapmak.
Tüm filmlerinde bu dili cesurca kullanan Verhoeven bu kez de çekirdek ailenin "kutsallığına" saldırıda bulunuyor ve tabu olan her şeyi acımasızca küçük düşüren asi bir tavır takınıyor. Ve kadınlar, üstadın olmazsa olmazları. Nikah töreninde doğum suyu geldiği için beyaz gelinliği kanlar içinde kalan, babası yan odada can çekişirken umarsızca seks yapan, kocasının cenazesinde aşığının elini okşayan, henüz tanıştığı bir adamla seks yaparken bir yandan da bebeğini sallayan, kocası masada otururken tuvalete gitme bahanesiyle az ilerde başka bir adamla öpüşen kadınlar. Yuvayı yapan dişi kuşun kutsal konumuna, filmde yapılan saldırılardan sadece bir kısmı bu örnekler. Kutsal (dokunulamaz/dil uzatılamaz/tabu) topraklarda acımasızca at koşturan bir adamın bu fuleli adımları, hayata atılmak konumunda olan ve dokunulmaz olan şeylerin ağırlığını taşımakta zorlanan ergenlerin de kendini ifade etme biçimi olması bizi pek şaşırtmamalı. Tıpkı Bukowski romanları gibi...
Filmin kaba üslubu bunlarla da sınırlı değil üstelik. İki çılgın aşığın (birinin burjuva çocuğu, diğerininse bir sanatçı olması da ayrıca manidar) öyküsünü anlatan film, ikili ilişkilerinin her alanına edepsizlik tohumları ekerken insan bedenlerinin karşılıklı etkileşimi üzerine de düşünmemizi sağlıyor. Örneğin Eric'in Olga'nın ardından tuvalete girip hasta mı diye onun dışkısını hiç iğrenmeden incelemesi, insanın âşık olduğu kişinin sadece saçı, gülüşü, elleri ve cinsel uzuvlarıyla değil de tüm boku püsürüyle sevip sevemeyeceği sorusunu aklımıza getiriyor. Bunun yanı sıra, hikâyemizin merkezindeki ilişkinin içerisindeki gelgitler de insan anlığındaki inişli çıkışlı değişimi çok iyi ifade ediyor.
Bu gelgitleri bizzat akışına da yansıttığı için kendi bütünlüğünü de çelişki üzerine inşa eden filmin en çarpıcı anlarıysa Eric'in cinayet fantazisi, kurtlanmış yiyecekler ve aşk acısını başka vücutlarda dindirme çabası içerisinde boğulmuş yalnızlık dönemlerinde yakalanıyor. Verheoven'ın farklı dönemlerinde çok iyi kurguladığı sembolik anlatımının en güzel örneklerine tanıklık eden anların yakalandığı bu bölümlerde, kilit sahne ise Eric'in kazayla yaraladığı martıyı iyileştirip tekrar denize salması oluyor. Zira bu sahneden sonra filmin karamsar tonu kademeli olarak artarken, gerçek Türk Lokumu'nun da gözüktüğü son bölüm gerçekten içimizi acıtmaya başlıyor. Klasik hikaye örgüsünün tüm aşamaları; özellikle de sonuç bölümleri açısından "Betty Blue"yu da anımsatan bu anlatı ile birlikte Verhoeven sadece bilimkurgu konusunda değil, hayatın basit anlarını resmederken de büyük bir yönetmen olduğunu çok uzun yıllarca önce ispatlamış bulunuyor. Kısacası, onun samimi mütevazılığının arkasını temelsiz bir boşluk sananlara, "Türk Lokumu" ile çifte kavrulmuş tokat gibi bir cevap yapıştırıyor üstat.
Cihan Aydın
cihanaydin87@yahoo.com