“Zaten insan dediğin doğada nedir ki? Sonsuzluğun karşısında hiçbir şey, hiçliğin karşısında her şey, hiçbir şey ve her şey arasında bir orta nokta ve ikisini de anlamaktan son derece uzak. Bir şeylerin başlangıcı ve sonu ondan delinmez bir sırla ele geçirilemez bir şekilde saklanmış. İçine sürüklendiği hiçliği de, içinde kaybolduğu sonsuzluğu da görebilmekten eşit derecede aciz.” –Blaise Pascal “Duygusal Buzlaşma Üçlemesi”nin son filmi olan Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası, bu sefer karşımıza birden çok hikaye ile çıkıyor. 71 ayrı sahneden son derece minimalist bir film ortaya koyan Haneke, üçlemenin bu filmindeyse medyayı daha da ön plana çıkarıyor. Avusturya’ya kaçak giriş yapmış olan Romanyalı mülteci çocuk, çocuklarının sağlığının neden kötü olduğunu çözemeyen bir çift, çocukları olmayan ve de bir çocuk evlat edinmeye çalışan bir çift, babası ile iletişim kuramayan banka memuresi ve tabii ki masa tenisi çalışan tesadüfi bir katilimize odaklanan Haneke, Kafkavari bunalımı bu filminde bir kat daha artırıyor ve de hayatın anlamsızlığı üzerine olan düşüncesini bir kat daha derinleştiriyor.
Öncelikle Haneke, özellikle son dönemde Alejandro Gonzalez Inarritu’nun ortaya koyduğu “Ölüm Üçlemesi” (Paramparça Aşklar, Köpekler, 21 Gram, Babil) ile popülerleşen kesişen hayatlar konusunu beyazperdeye aktarırken, bu 71 tane farklı farklı sahneyi, anlamlandırıp tek başına yönetmekle dikkat çekiyor. Bununla birlikte, tıpkı Yedinci Kıta filmi gibi gerçek bir hikayeden esinlenerek bu filmi oluşturan Haneke, rahatsız etme çitasını bir kat daha düşürüyor bana kalırsa.
Film bir televizyon haberi ile başlıyor ve de film boyunca medya bizi önemli bir biçimde etkiliyor. Dünyanın dört bir yanından savaş, katliam ve kriz görüntülerini içeren televizyon haberleri, sadece bizleri değil, film boyunca Haneke’nin bize gösterdiği karakterlerin de yaşadığı dünyayı hüzünlü ve acılarla dolu oluşunu, acıklı oluşunu onların yaşamlarındaki gidişatlardan bizlere aktarıyor.
Dediğim gibi Haneke’nin her filminin temel sorunsalı olduğu gibi, bu filminin de temel sorunsalları iletişimsizlik ve de yabancılaşma ya da yalnızlık diye adlandırıp söyleyebiliriz. Ve de bunu beşe ayırarak incelemek doğru olacaktır diye düşünüyorum:
1)Avusturya’ya göç eden Romanyalı mülteci çocuk (Marian)
Avusturyalı mülteci çocuk üzerinden aslında Haneke, medyanın dünya üzerindeki etkisini çok güzel bir şekilde gözler önüne seriyor desek yanlış olmaz çünkü bir sekansta mülteci çocuğun çöpten yemek yediğini görüyoruz ve de çöpten yemek yerken bir karı kocanın spor bir arabanın içerisinden ona soğuk bakışları, aslında bir yandan hem dünyamızdaki adaletsizliğin özeti, bir yandan da Haneke’nin ileriki filmlerinden birinin ismi olan “bilinmeyen kod” un bir göstergesi diyebiliriz. Öte yandan her tarafta soğuk ve de dışlanan bakışlarla karşılaşan Rumen çocuk, devamında ise bir televizyon kanalından muhabire verdiği röportaj sonrasında bir anda halkın gözünde farklı bir noktaya erişir. İnsanlar acınası ve de üzülmüş gözlerle onu izler. Fakat filmin başlarında ise aynı insanlar ona soğuk bir biçimde bakmışlardır. İşte burada Haneke bizlere medyanın toplum üzerinde yarattığı dramı çok etkileyici bir biçimde yansıtıyor.
2)Çocuklarının sağlığının neden kötü olduğunu çözemeyen çift
Haneke bizlere bu hikayesinde birbirleriyle konuşmaktan aciz bir karı koca resmi ortaya koyarken, kızlarının hastalığı da hiç iyi gitmeyen evliliklerine daha da büyük bir yara açmış, hayatlarını giderek anlamsızlaştırmıştır. Erkek, sabahleyin yataktan alarmın sesi ile kalkar, tuvalete gider, tuvalette dizleri üzerine çöker ve de kızının iyileşmesi için dua eder. Hatta ve hatta Haneke, dünyamızın ne kadar kötü bir durumda olduğunu adamın üçüncü dünya savaşı çıkmaması için de dua etmesiyle bizlere yansıtır. Ayrıca karı koca arasında yemek arasındaki gerilim sonrası erkeğin bir anda “Seni seviyorum” demesi ve de sonrasında karısından yediği tokat ve de devamında karısının masadan önce kalkıp sonra geri oturması, günlük hayatta evliliklerde yaşanan her günkü tartışmalardan sadece bir tanesi.
3)Çocukları olmayan ve de bir çocuk evlat edinmeye çalışan bir çift
Bu çiftimiz ise bir kız çocuğu olan Anni’yi bir gün evlatlık alırlar. Anni, bu çiftin gözüne seçebilecekleri çocuklar içerisinden hem en acınası olarak gözükmüş hem de onu kurtarmak, iyi bir şey yapmak, bencilliklerini yani egolarını tatmin etmek ve de bu davranışları sebebiyle kendileriyle gurur duyacakları düşüncesiyle Anni'yi evlat olarak edinmişlerdir. Fakat Anni aileyi hiçbir zaman sevemeyecektir. Bunu en net özetleyen sahne ise hayvanat bahçesinde keyifle izledikleri gösteri sırasında onu evlatlık alan annesinin elini omzuna atmasından sonra yüzü gülen kızın tekrardan ciddi bir surata bürünüp annesinin omzuna koyduğu eli indirmesidir. Filmin sonlarına doğru ise mülteci çocuk Marian’ı televizyonda görüp hem çok etkilenmeleri sebebiyle hem de Anni’nin aileyle olan problemleri sebebiyle Marian’ı evlatlık edinme kararı alırlar. İşte burada karı kocanın bir çocuğu televizyonda görüp evlatlık edinmesini Haneke, yoğun biçimde eleştirir. Yukarıda da zaten Marian ile ilgili kısa bir şeyler aktarırken bu konudan bahsetmiştim. Kısaca televizyon ile birlikte, medya ile birlikte gerçekliğin içinde dram, dramın içinde gerçeklik kayboluveriyor.
4)Babası ile iletişim kuramayan banka memuresi
Aslında burada sadece banka memuresine değil, ayrıca banka memuresinin babasına kızı kadar da odaklanıldığını söyleyebiliriz. Banka memuresinin hayatı, diğer insanlar gibi son derece rutindir. O da diğer insanlar gibi her gün gündüz işe erken saatte gider ve de akşam belli bir saatten sonra döner. Babası ise emekli bir kişidir ve de evde tek başına, adeta hayatının son aylarını geçirmekte gibi bir hali vardır. Ve de onların birbirleriyle ilişkilerini en iyi anlatan sahne ise, babasının kızıyla telefonda yaklaşık 7 dakika boyunca konuştuğu sahnedir. Babası, kızıyla konuşabilmek adına ona arka arkaya sorular sormaktadır fakat kızı ise sorduğu sorulara verdiği cevaplarla düzgün iletişimi giderek zorlaştırmaktadır. Buradan anlarız ki, babanın ve kızın arasında bir iletişim problemi vardır. Ve Haneke, iletişimsizlik problemini en açık şekilde bu bölümde izleyiciye anlatmaktadır. Ayrıca Haneke, Inarritu’nun “Ölüm Üçlemesi”nin son filmi olan Babil’in en sonunda vurguladığı ailenin önemini bir noktada Kafkavari bir bunalım ile tekrardan sarsar fakat bu, Benny’nin Videosu filmindeki gibi açıkça bir yerle bir olma durumu kadar sert değildir bana kalırsa.
5)Üniversite öğrencisi (Maximilien B.)
Film, “23 Aralık 1993’te Maximilien B. adlı 19 yaşındaki öğrenci, bir Viyana Bankası’nın şubesinde önce üç kişiyi öldürdü ve bundan kısa bir süre sonra da kendini başından vurdu” gibi ağır bir spoiler ile başlayan filmimizdeki bu katil, diğer karakterlere kıyasla biraz daha basmakalıp, basit bir karakter olarak göze çarparken, bu noktadan da yola çıkarak Benny ile kıyaslanabilir desek yanlış olmaz. Karakterimiz filmin başlarında odasına koşar, camını açar ve de camdan aşağıya doğru intihara kalkışacakmışçasına bakar. Devamında binanın aşağısından odasına kadar olan yüksekliğe bakar, devamında ise Tangram oynanırken bir anda masaya vurur ve yemek tabağı masadan uçar. Sonrasında arkadaşından bir silah alır. E filmin sonu da bizim için kaçınılmazdır. Bir bankaya giren gencimiz, daha sonrasında doluluk sebebiyle bankamatikte işini halletmeye çalışır fakat halledemez ve de o anda kimi diğer baş karakterlerimiz içeride, kimileri ise birazdan girmek üzerelerdir bankaya. Bankaya tekrardan giren gencimiz sıranın önüne geçmeye çalışır fakat sonrasında birinin tepkisiyle karşılaşır ve yumruklu bir şekilde kavgaya tutuşurlar. Devamında ise sinirlenir, bankadan çıkar, benzin istasyonundaki arabasından silahını alır ve sonra bir kez daha bankaya giren gencimiz cinnet geçirerek birkaç kişiyi öldürür. En sonunda ise arabasına gider ve de intihar eder.
Sonuç olarak ise son sahnede Haneke, önce Viyana Bankası’nda yaşanan cinayeti gösterir ancak sonrasında bir iki haber daha karşımıza çıkar ve de en son haber Michael Jackson ile alakalıdır. Son haberin Amerikayla, Amerikan biriyle ilgili olması boşuna değildir. Filmin bir televizyon haberiyle bitmesi de boşuna değildir çünkü Haneke bu filminde kapitalizmin gitgide teknoloji yoluyla insanları makineleşen bir düzene hapsedeceğinin sinyalini vermeyi amaçlamıştır. Peki ya, sizce de böyle midir günümüzde kapitalist düzen? Yani Haneke sizce doğru bir öngörüde mi bulunmuştur bu filminin sonunda bizlere? İnsanlık, gerçekten çok mu acizdir ve de varoluşu saçmadır bu evrende?
Son olarak, Haneke’nin Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası filmini çok beğendiğimi söylemeliyim. Bununla birlikte Haneke, karşımıza farklı farklı 71 sahne ortaya koyarken bir yandan son derece anlamsız sahnelerle karşımıza çıkarak varoluşumuzun saçmalığını ve de acizliğimizi bir kat daha üçlemenin sonunda derinleştirirken, bu anlamsız sahnelerin aslında göründüğünden çok daha farklı bir anlam teşkil ettiğini biz insanların yüzüne rahatsız edici bir şekilde vuruyor, çarpıyor. Ve de gelinen noktanın bilinmeyen koddan başka bir şey olmadığını bizlere aktarıyor.