<b>Decasia</b>
Yazar: Serdar KökçeoğluYaklaşmakta olan festival için hazırlanmış bir festival kitapçığını eline alan her izleyici farklı filmlerin ve yönetmenlerin peşine düşüyor. Bir grup insan da; baştan sona, sondan başa defalarca ve hatta bazen uykudan uyanarak "yeni" bir şeyler bulabilmek için kitapçığı eskitiyor ve kirletiyor. Neyse ki, yüzlerce film arasından herkes kendine göre bir şeyler bulabiliyor. Klasikler, sinema tarihi, tarih dersleri ve bolca coğrafya. En çok kafa kaşıtan arayış ise gerçekten yeni olana doğru yapılan araştırmalar. 22. festival, fevkalade klişe tabirle, sinemada yeniliklere açık izleyicileri düşünerek Mayın Tarlası adında bir bölüm eklemiş programına. Festivalde, sinemaların film esnasında en fazla boşaldığı yapımların diyarı, tehlikeli bölge. Farklı sinemasal deneyimler için de bir havaalanı aynı zamanda!
Bölümün hemen hepsi dikkat çekici filmleri arasında, bir-ikisi daha bir neon neon parlıyordu. Umumi Tuvalet, video kameralı sinemacılara ve kanatsız uçanlara ders niteliğinde, mümkünse en az iki kere izlenmesi gereken filmlerden biriydi. Festivalin en tehlikeli ve zevkli filmi ise, 67 dakika boyunca ağızları açık bırakan Decasia / Kaybolan Görüntüler oldu. Deneysel yapım, daha önce de denenmiş tekniklerden yola çıkmasına rağmen, görüntülerin olağanüstü sıradanlığı ve müziğin girdap etkisi yaratan karanlığı ile eşi benzeri olmayan bir deneyim yaşattı.
Yaratıcısı Bill Morrison'ın oradan buradan, arşivlerden topladığı atık, yarı ölü görüntülere eşlik eden müzik ise daha önce Brian Eno'nun 20.yy'ın (bekleyen) ruh halini yansıttığı, Music For Airports albümünün yorumuna imza atan Bang On a Can/Michael Gordon'a ait. İkilinin çalışması, sinema tarihinin en loş tablolarından birini oluşturuyor.
Hipnoz, Ortadoğulu bir adamın dönerek gerçekleştirdiği ritüeliyle başlıyor (ve sona eriyor). Ardından pek çok arşivden toplanmış ve deforme edilmiş görüntüleri izlemeye başlıyoruz. Geçen yüzyılın başında yaşanmış olaylar, eski film görüntüleri, farklı coğrafyalardan toplanmış belgesel görüntüler. Hepsi siyah beyazın ve infilak eden bir müziğin paydasında birleşerek, izleyicinin kurduğu bir öykünün parçalarına dönüşüyor. Minimalizmin görüp görebileceği en karanlık notalardan oluşan bestenin gerdiği seyirci, son derece sıradan görüntülerin altını oyup ürkütücü bir senaryoyu kafasında şekillendirmeye başlıyor.
Filmde sık sık gösterilen ve perdede belirmeleriyle müziğin gerilmeye başladığı rahibeler ise bu resmin en korkutucu parçalarından biri. Sırtı bize dönük, iki köşede kurulmuş rahibelerin önderliğinde yürüyen çocuklar, güle oynaya sınıfları doldururken, siz loş bilinçaltı menüsünden tıkınarak bambaşka bir film yaratıyorsunuz kafanızda.
Decasia'da bir öykü arama çabası her ne kadar rasyonel aklın trajikomik bir çabası gibi gözükse de, yönetmenin de tekrarlar ile bu konuda gizli bir çaba içinde olduğunu fark etmemek mümkün değil.
Ölü belgesel, artık hayatta bulunmayan bir gezegene ait görüntüler gibi. Görüntülerin çekildiği dönemin ardından asırlar geçmiş gibi geliyor izleyiciye. O yaşamların mı çok eskide kaldığı, bizim mi çok ileriye gittiğimiz ise bir soru işareti olarak uçuşmaya başlıyor.
Decasia'nın sıradan görüntüleri, insanların ölümlülüğü ile birlikte bir başka büyük ölümü daha hatırlatıyor: Her şeyin yok olup gideceği anı. Filmin 67 dakikalık sonsuzluğunu izlemek; bir gezegenin üzerine oturduktan sonra ayak ayak üstüne atıp, yavaş yavaş yok olan dünyayı seyretmeye benziyor.
Kötü olan tek şey, sadece iki kere izleyebilmiş olmak !