BU YAZI FİLM HAKKINDA SPOİLER İÇERMEKTEDİR.
Yedinci Kıta filmi, kimilerine göre Haneke sinemasının her şeyi en soğuk haliyle belki de gözümüze vurduğu, en rahatsız edici filmi, kimilerine göre ise Haneke’yi anlayabilmek için muhakkak izlenilmesi gereken filmi. Haneke, ilk filminden izleyiciyi derin bir biçimde yaralamayı başarıyor. Filmin konusunu en genel haliyle incelersek son derece basittir aslında. Tek cümleyle özetleyecek olursak, Avustralya’ya yeni bir yaşam umuduyla gitmeyi amaçlayan bir ailenin hazırlıkları. Evet, konu en genel haliyle bu. Fakat içine birazcık daha giriş yapmamız çok daha doğru olacaktır. Georg ve Anna çiftinin hayatları son derece monoton bir şekilde ilerlemektedir. Haneke bunları ilk sahnelerden bizlere en çıplak haliyle yansıtır. Georg ve Anna geceleri sevişir, sonrasında sabah 6 olur, uyanmalarıyla beraber terliklerini giyip dişlerini fırçalarlar, üstlerini giyinirler, ailece kahvaltı ederler, işe giderler, gelirler ve de aynı monoton haliyle sıradan bir akşam geçirip yeni, değişmeyen bir sabaha adım atarlar. Haneke, monoton yaşamları bizlere daha ilk filminden son derece doğal bir biçimde yansıtırken hayatın anlamsızlığı üzerine film boyunca önemli bir vurgu yapmakla birlikte, filminin sonlarında ise bunu doruk noktasına ulaştırır. Filmin son sekansı olan görüntünün olmadığı televizyon ise bunu son derece metaforik bir şekilde anlatmaktadır.
Haneke, izleyiciyi hakikaten de ilk filminden itibaren rahatsız etmeyi amaçlamıştır. Dakikalar süren araba yıkama sahnesi, market sahnesi vs. bunu açıkça yansıtmaktadır. Bir de sahne kesim tekniği ile diyalogları da yarıda kesen Haneke, izleyiciye izlenmesi zor bir seyir sunarken, asıl büyük bombasını ise ikinci yarısında yapıyor. Filmin ilk yarısında karşımıza çıkan araba yıkama sahnesi, kahvaltı etme sahneleri, market sahnesi, Georg ve Anna’nın kızları Evi’nin kör taklidi sahnesi (çok çarpıcı ve de ailenin bunalımlı hayatının küçük kızlarındaki yansımasını da çok iyi anlatan bir sahne), yolda giderlerken karşılarına çıkan kaza ve de cesetler ise onların bunalımını bir kat daha artırmıştır. İşte bu sahne ile beraber film, farklı bir noktaya doğru Haneke tarafından sürüklenmeye başlayacaktır. Karşımıza aralıklarla çıkan deniz ise Avustralya’yı izleyiciye tekrar tekrar hatırlatmaktadır. İkinci bölümde farklı bir noktaya ulaşan film, bir anda ailenin evdeki eşyaları yerle bir etmeye başlamasıyla izleyiciyi şoke eder. Bu upuzun süren sahnede ise gözüme en net çarpan detaylardan bir tanesi ise, akvaryumun camını kırdıkları zaman suyla beraber fırlayan balığın yerde umutsuzca tepinmesidir. Sadece bu sekansla dahi film, Haneke’nin en özündeki hayatın anlamsızlığı düşüncesini, insan ile birlikte aynı kefeye koyulan balık ile beraber yapıyor. Haneke, ailenin son üç yılına bu filmde göz atarken, son yarım saat, hatta otuz beş kırk dakikayı ailenin intiharına ayırarak pek çok izleyiciyi ciddi anlamda rahatsız etmeyi başarıyor. Bu hem uzun sekanslardan kaynaklanır, hem de Haneke’nin bir kızın ölümünden çok paraların atıldığı ve de akvaryumun kırıldığı sahneleri göstermesi, aslında Haneke’nin insanların hayatlarındaki önceliklerinin acı bir görüntüsü olarak bizi ters-düz etmesindendir. Bir ailenin intiharının bu kadar uzun süre gösterilmesi, bu kadar uzun sürmesi ise, zannımca şöyle yorumlanabilir: The Truman Show filmini hatırlayacak olursak, o film insan hayatlarının özünde ne kadar basit bir komikliği olduğunu gösteriyordu. İşte Haneke de bu filminde, insan hayatlarının trajikomik halini en saf dille anlatıyor ve de insanların intihar etmeyi kafaya tamamen koymuş olmalarına rağmen, kendilerini öldürmelerinin bile ne kadar zor olduğuna bizleri gösteriyor. Buna kanıt olarak ise, Georg ve Anna çiftinin ve de kızlarının acı çeke çeke, yüksek dozda ilaçlar kullanarak ölümlerini bizlere yansıtmasıyla varoluşumuzun saçmalığını acı bir şekilde yüzümüze vuruyor. Fakat bütün bu filmde sanal olarak gördüklerimiz bir yana, bu filmin gerçek bir hikayeden alınma olduğunu öğrenmemiz ise bizlerde soğuk duş etkisi yapıyor.
Haneke’nin diğer 11 filminde ortaya koyduğu kavramların en genel, net haliyle yedirildiği filmi olan Yedinci Kıta, 108 dakikalık bir huzursuz seyir bizlere sunarken, kimileri tarafından Haneke’nin bahsetmek istediği pek çok konudan tek bir film içerisinde bahsedilmesi sebebiyle bazılarından negatif eleştiriler alsa da, pek çok takipçisi tarafından son derece beğenilen filmlerinden bir tanesi olarak gözümüze çarpıyor. Şahsi düşüncemi belirtecek olursam, Haneke 108 dakika içerisinde bahsettiği konuları çok iyi bir şekilde toparlayıp önümüze sunarken, ilk başyapıtını da sinema tarihine kazandırıyor ve de auteur bir yönetmen olarak sinemada yeni bir umut verici yönetmenin doğuşunun net sinyallerini tüm seyircilere farkıyla kanıtlıyor.