Kuzu: Taşra, Farklı Bir Bakışla.
Yazar: Kaan KarsanBir kısmınız onu ‘politik’ çıkışlarıyla ve tarafgirliğiyle tanıyor olsanız da Kutluğ Ataman ülkemizin ‘bir sonraki filmi’ bazı çevreler tarafından pek merak edilen yönetmenlerinden biri. “Kuzu” da kendisinin prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapan, daha sonra sansürün gölgesinde gerçekleştirilen Altın Portakal’dan büyük ödülle dönen yeni filmi. Kuzu, 2014 yılının son demlerinde kendi kendini “2014”ün en iyi yerli filmi olarak ilan etmiş, bu ilanı bir ifade haline getirerek afişine basmıştı. Ancak kısa bir süre sonra filmin vizyonu ertelendi ve 2015’in içinde bulunduğumuz haftasına kaydırıldı. Maalesef Kuzu, kendi ifadesiyle “2014 yılının en iyi yerli filmi” olmasının şerefini bu şekilde boşa çıkarmış oldu. Filmin yeni PR stratejisine bakınca 2015 yılının muhasebesinin henüz yapılmadığını fark ederek şaşırıp kifayetsiz kalıyoruz. Neyse ki konumuz bu değil.
Kuzu, güncel ‘arthouse’ Türkiye sinemasının taşra algısını bir anlamda tersyüz eden, neredeyse bir parodiye dönüştüren bir taşra hikayesi anlatıyor, bir çocuğun gözlerinden. Mert, teamüle göre erkekliğe adım atmak üzere olan bir genç, kısa bir süre sonra sünnet olacak. Gelin görün ki ailesinin, onun ‘erkeklik’ töreninde bir kuzu alıp kesecek denli varlığı yok. Eh, ablasından gelen kimi bilgiler kulağına doldurulan Mert kendi zihnini kemirmeye başlıyor elbette; Mert, kuzunun parası denkleştirilemezse ailesinin mecburen onu kesmek zorunda kalacağını düşünüyor. Bu esnada ailenin ‘baba’sına, taşranın en tekdüze erkek temsilini yükleniyor, tabii ki de bilinçli bir şekilde. Kuzu, bir tür ‘taşra sıkıntısı’ anlatıyor, popüler kültürde sıkıcı olarak yaftalanan bir sinema anlayışının etrafında hiç gezinmeden.
Öncelikle hakkını verelim, Ataman’ın hikaye kurulumunda bulduğu fikirlerden bazıları pek parlak. Ataman, hem kutsal kitapların mitolojisinden hem de taşranın kendi içinde yaşattığı ve beslediği parodisinden bir miras devralıyor ve bir iskelet oluşturuyor. Hikaye, yaşadığı çevreyi halen anlamaya, anladığı anlarda da sindirmeye çabalayan Mert’te kaldığı ölçüde kuvvetleniyor. Tam bu noktada Mert’i oynayan Mert Taştan konusunda filmin kasting başarısından bahsetmek de elzem. Zira Mert’in gözlerinden hem korku hem de neşe, yani iki zıt ve uç duygu, gerektiği anlarda, abartısızca dökülüyor. ‘Kuzu’nun kendini hiç ciddiye almayan tarafı da sinemamızda pek nadir gördüğümüz türden.
Gelgelelim, Kuzu’da kamera her daim Mert ile kalmıyor. Uzaklaşıyor, uzaklaştıkça hikayesinin vuku bulduğu coğrafya gibi buz tutuyor. Kumar borcu olan baba, fedakar anne, çıkarcı komşular, sıkıcı bir erkeklik meselesi ve benzer klişeler üzerinden parlak fikirlerin arasına sıkışmış bayağılıklar bir anda ortaya dökülüveriyor. Ataman’ın sinemasının da iyi fikirleri ve o kadar da iyi olmayan fikirleri bir arada tutabilecek bir kuvvete sahip olduğunu söylemek ne mümkün. Muzip öyküsü gereği iyi bir zamanlama duygusuna ihtiyaç duyan Kuzu hiç iyi bir senaryo kurgusuna sahip değil. Senaryo dahilindeki bazı düğümler, zannımızca epeyce kolaycı şekilde çözümleniyor. Bütün bunların yanında müzik kullanımı da filmin duygusunu büyük oranda zedeliyor.
Ezcümle diyeceğimiz odur ki, Kuzu, zannettiği kadar iyi yahut önemli bir film değil. Ancak bazı anlarını, kimi fikirlerini takdir etmemek de abesle iştigal olacaktır.