Dünya, Bu Enkazın Altında!
Yazar: Oktay Ege KozakBu eleştiriye şu gibi dramatik ve duygusal bir hava ile başlamayacağım: "Herkes o vahim günde nerede olduğunu hatırlıyordu...", veya "O gün, herhangi bir Salı günü gibi başladı. Fakat günü takip eden olaylar dünyanın kaderini sonsuza kadar değiştirecekti..." Dünya Ticaret Merkezi, gerçek hayatta, gerçekten yaşanan bir günü inceliyor. Dünyadaki bütün insanlar tarafından çok yakından bilinen bir gün. Gelecek seneler boyunca politikacıların ağzına sakız olan, bazı insanlar için keder dolu, global korku kavramına yeni bir anlam getiren bir gün.
Bu hassas konunun politik tarafına değinirsek, tartışmaya açık bir sürü nokta olduğu kaçınılmaz bir gerçek. Bu noktaların bazılarına kişisel olarak katılıyorum, bazılarına ise katılmıyorum. Fakat bu yazı boyunca 11 Eylül 2001 hakkında politik ve kişisel fikirlerimden bahsetmeyeceğim. Özellikle bu filmin, saldırıya uğrayan ülke tarafından finanse edilmiş ve modern sinemanın en açık politik yönetmenlerinden biri tarafından çekilmiş olmasına rağmen, kişisel ve siyasi görüş noktaları açığa vurmamasına istinaden.
Bu uzun feragattan sonra rahat bir nefes alarak kısaca şu yorumda bulunabilirim: OliverStone'un Dünya Ticaret Merkezi, bu senenin en etkileyici, dehşete düşürücü, hakiki bir anlamda duygusal sinema deneyimlerinden biri. İlk bir kaç dakikasından itibaren seyirciyi koltuğuna yapıştırıyor ve sonuna kadar bırakmıyor. Sadece hikaye ve anlatım bakımından incelendiğinde ise, senenin şu ana kadarki en iyi filmlerinden biri.
Dünya Ticaret Merkezi, bir kaç New York itfaiyecisinin sabahın erken saatlerinde güne başlamaları ile açılıyor. Bu itfaiyecilerden ikisi, o gün yaşayacakları dehşetten habersiz yataktan kalkan Çavuş John McLaughlin ve Will Himeno. İtfaiyecilerden biri, karısı uyurken kahvesini yudumluyor. Diğeri, arabasına yürürken, Brooklyn köprüsü manzarasının tadını çıkartıyor. Bir diğeri, iş yolunda radyoda dinlediği şarkıya eşlik ediyor. Bu açılış sahneleri seyircide içten bir gerilim hissi yaratmayı başarıyor. Başka bir filmde olsa monoton ve gereksiz bir hava verebilir, ama bu sahnelerin Dünya Ticaret Merkezi'nde varolmalarının mantıklı bir nedeni var. Hitchcock'un gerilim yaratmak için en etkili kuralını hatırlatıyorum kendime: "Masum insanlarla dolu bir odanın ortasında bulunan bir masanın altında patlamak üzere olan bir bomba var. Sahnedeki karakterlerin bombanın varlığından haberi yok, ama seyircinin var."
Dünya Ticaret Merkezı'nin açılışındaki ilginç öge ise seyirciyi bombanın varlığından haberdar etmesinin gerek olmaması. Filmi izleyen herkez tabiri caiz bombanın ne olduğunun, ve ilerleyen saatlerde neler olacağının farkında zaten. Oliver Stone, bu gerçeği bilerek filminin açılışını ustaca inşa ediyor.
Günün ilerleyen saatlerinde, işlerine başlayan itfaiyecileri, küçük bir kapkaç hadisesi ve kaybolmuş turistler gibi rutin problemler ile uğraşırken izliyoruz. Ta ki herkes normalden daha yakın gelen uçak motoru sesini ve ardından takip eden sağır edici çarpışmayı duyana kadar. Sonradan gelen haberler, İkiz Kuleler'den birine bir yolcu uçağının çarptığına dair.
Çavuş McLaughlin'in takımı, ilk kuleye gönderilen kurtarma ekipleri arasında önü çekenlerden. Bina yavaş yavaş çökerken, kulenin içinde tam bir kaos havası sahip, insanlar travmatik, dağınık bir hava ile bu kabusu terk etmeye çaılışıyorlar. İkinci bir uçağın, ikinci binaya girdiğine, ve bunun bir terörist saldırısı olduğuna dair dedikodular ortada dolaşmakta. İşte o zaman, şiddetli ve beklenmedik bir biçimde kule yıkılıyor. Bu felaketi canlı atlatmayı başaran iki itfaiyeci McLaughlin ve Himeno, yerin altında tonlarca taş ve moloz içinde, sadece küçük bir ışık kaynağının aydınlattığı, toz ve dumanı kendine hakim eden kişisel cehennemlerinin altında sıkışıp kalıyorlar. Cehennem kelimesini hafifçe kullanmıyorum.
McLaughlin ve Himeno'nun Ticaret Merkezi altında kaldıkları sahnelerde, yönetmen Oliver Stone, görüntü yönetmeni Seamus McGarvey ve set tasarımcısı Jan Roelfs'inde yardımları ile, gerçekten de kelimesi kelimesine bir cehennem havası yaratıyor. Her yer karanlık, bina parça parça dökülüyor ve patlayan gaz boruları McLaughlin ve Himeno'yu yavaş yavaş yakıyor. Hatta bir sahnede, giderek yükselen dayanılmaz sıcak ısı bir tabancaya kıvılcım atarak, silahın kendi kendine ateş etmesine sebep oluyor. McLaughlin ve Himeno'nun bu dayanılmaz durumla başa çıkmaya çalıştıkları sekanslar, filmin büyük bir kısmını oluşturuyor ve bu sahneler boyunca Stone, yakın çekimlere ve sıkı kadrajlara bağlı bir biçimde ilerliyor. Çoğunlukla karakterlerin gördükleri alanın dışına çıkmıyoruz ve bu yaklaşım seyircide kaçınılmaz bir klostrofobik hava ve olası yakın, korkunç sonun hissini yaşatıyor.
Film, McLaughlin ve Himeno'nun morallerini yüksek tutmak için önemsiz konular hakkında sohbet ettikleri sahneler ile dolu. Birbiri ile daha önce iş dışında sosyal bir ilişki edinmemiş bu iki itfaiyeci, Jane'in Zaferi'nin diyalogları hakkında konuşuyorlar, Starsky ve Hutch dizisinin ana tema şarkısını söylüyorlar. Hatta bir yerde Himeno, kendilerinin canlı kalma ümitlerini yükseltmek için 1999 Türkiye depreminden sonra dört gün boyunca inkaz altında kalmasına rağmen canlı çıkmayı başaran bir kızdan bahsediyor.
Bu diyalogların hepsi, söylendiğine göre McLaughlin ve Himeno arasında, bir zamanlar Dünya Ticaret Merkezi olan taş yığınının altında sıkışıp kaldıkları süre boyunca gerçekten yaşanmış. Başka bir yönetmenin eli altında bu sahneler filmin hız denetimini arttırmak için elden çıkarılabilirdi, çünkü sonuçta sahnelerin içerdiği diyaloglar filmin hikaye yapısına hiçbir katkıda bulunmuyor. Fakat Stone, hikayeyi olduğu gibi, kelimesi kelimesine anlatmanın filmi etkileyici kılan ögelerin başında olduğunu bilen bir yönetmen.
Sıkışık kalmış bu iki karakterin dışında, film boyunca McLaughlin ve Himeno'nun eşleri Donna (Kariyerinin en iyi performanslarından birine imza atan Maria Bello) ve Allison'un, kocalarının içinde bulundukları çıkmazla başa çıkmaya çalışırken, sağlam bir kafa ile hayatlarına devam etmeye çalışmalarını izliyoruz. Film ayrıca, Ticaret Merkezi'ndeki insanlara yardım edebilmek için yüzlerce mil yol katederek New York'a gelen bir askerin yolculuğunu takip eden bir alt-konuya sahip. Enerjik ve kahraman bir Amerikalı hakkındakı bu alt-konu, kolayca duygu sömürücü bir propaganda aygıtına dönüşebilirdi, ama tenezzül etmeyen, tarafsız bir yaklaşıma sahip. Bu karakterin inandığı değerleri anlıyoruz, ve bu değerleri kendi gözünden minimal bir dramatik etki ile görüyoruz.
Bu yazı boyunca "etkileyici" kelimesini bir kaç kez kullandım. Bir kez daha söylüyorum: Dünya Ticaret Merkezi'ni izlemek, gerçekten de etkileyici bir deneyim. Her duygu hissediliyor ve her korku yaşanıyor. Seyirciyi kişisel bağlamda kuşatıyor ve anlatımının içerisine çekiyor, bu sene gördüğüm diğer bütün filmlerden daha etkili bir biçimde. Bazı sahnelerde koltuğumu sert sıkmam sebebi ile, sinemanın kol dayanağını kırmaktan korktuğumu hatırlıyorum. Veya farkında olmadan sızlandığım, gözlerimden yaşların aktığı sahneler halen aklımda. İçerdiği konunun politik duygusallığı tarafından kandırılmış biri olarak değil, ama korku ve ümitsizlik gibi evrensel hislere empati duyan bir insan olarak, Dünya Ticaret Merkezi, kesinlikle izlenmesi kolay bir deneyim değil.
Filmin negatif taraflarına değinelim: Dünya Ticaret Merkezi'nin yaptığı en büyük hatalar, bazı gereksiz stilize seçimlerde saklı. Film, o gün olan olayların, doğrudan, safiyeti bozulmamış bir temsili olmayı farzediyor. Fakat bazı zamanlarda önümüzden geçen yavaş çekimler, içerisinde bulunduğumuz deneyimi yok ederek, seyirciye sadece bir film izlediğimiz gerçeğini hatırlatıyor. Yavaş çekim kullanmak, yönetmenin anlatımın devinirliğini vurgulamak amacı ile yaptığı üslupsal bir seçimdir. Ve Stone'un anlattığı hikaye kendi halinde yeterince dramatik ve yürek tırmalayıcı olduğu için, bu çekimler aşırı ve gereksiz kalıyor. Bir çekim hariç: İtfaiyecilerin binanın çöktüğünü fark edip çıkışa doğru koştukları sahne. Yavaş çekimde gösterilmesi rağmen, bu deneyimin gerçek hayatta da aynı oranda gerçeküstü bir havaya sahip olduğuna inanıyorum. Filmin diğer negatif elementleri ise, Nicholas Cage'in gereksiz bitiş anlatımı ile basmakalıp ve aşırı duygusal son çekimi.
Ben San Francisco'da yaşıyorum. Dünya Ticaret Merkezi'nin vizyona girdiği günlerde dinlediğim gündüz radyo programları ve izlediğim politik bazlı televizyon programlarının film hakkında durmadan tekrarladığı mantra şu: "Bu çok erken. 11 Eylül sadece beş yıl önceydi. Yaralar halen derin. O korkunç gün hakkında çekilen bir Hollywood filmine henüz hazır değiliz."
Kişisel olarak konuştuğum, hemen herkes bu hislere aynen katılıyor ve filmi izlemeyi reddediyor. Ben şahsen bu filmin çekilmesi için çok erken olduğunu düşünmüyorum. Belki de bu düşünce Amerikalı olmadığım, ve bazı Amerikalılar kadar 11 Eylül ile kişisel bir yakınlığım olmadığı içindir. Fakat Dünya Ticaret Merkezi'nin başarılı olmasında, 11 Eylül 2001'den sadece beş yıl sonra vizyona girmiş olmasının payı var.
Film, insani bir düzeyden işe yarıyor, çünkü yapımcıları, 11 Eylül'ün yaralarının halen derin olduğunun farkında olarak, dikkatli bir saygı ile yaklaşıyorlar öznelerine. Dünya Ticaret Merkezi'ni bu bakımdan, Cezayir'in kolonizasyonu sırasında, Cezayirliler ve Fransızlar arasında yaşanan çatışmayı anlatan başyapıt Cezayir Savaşı (1966) filmine benzetiyorum. O film, içerdiği durumun politik yansımalarını geride bırakarak savaşın dehşetini insani bir açıdan inceliyordu. Ayrıca fılm, Cezayirliler ve Fransızlar arasındaki çatışmadan sadece beş yıl sonra vizyona girdi. Diğer yandan, aşırı melodramatik, düşüncesiz, ırkçı CGI saçmalığı Pearl Harbor gerçek Pearl Harbor saldırısından elli yıl sonra vizyona girdi. Sanırım bu karşılaştırma ile değerlendirmek yerinde olacaktır.