Hesabım
    Apokalipto
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,0
    Çok İyi
    Apokalipto

    Daha Az Kanla <br>Anlatılamaz mıydı?

    Yazar: Orkan Şancı

    Henüz sadece dört film yönetmiş bir aktör olarak Mel Gibson'ı tartışacak olsak daha çok methiyeler düzmek gerekir herhalde. İlk filmi, 1993 tarihli drama Yüzü Olmayan Adam (The Man Without Face) ile iyi bir anlatıcı olduğunu gösterip katmanlı bir metni idare edebilmişti.

    Sonrasındaysa gözünü/gramerini kan bürüdü sanki. Kendisinden beklenmeyen bir ustalıkla çektiği Cesur Yürek ile takipçisi Tutku: Hz. İsa'nın Çilesi'nden sonra, Apokalipto'da henüz anlayamadığımız bir üçlemenin son halkasıymışçasına ekranı yine kanla, ama bunun yanında cesaret, sevgi, bağlılık, ihanet, merhamet ve hüzünle doldurmuş.

    Bunu yaparken, kendince haklı gerekçelerden yola çıkmasını da bilmiş. 'Uzak Ülke' Amerika'nın Sümerlere cevabı diyebileceğimiz Maya İmparatorluğu'nun çöküş dönemine bakış fırlatırken genç bir adamın, babasının "korku bir hastalıktır" düsturundan hareketle ortaya koyduğu yaşam mücadelesini, son derece akıcı bir sinematografiyle perdeye yansıtmış.

    Mayalar'ın, dinsel olduğu tahmin edilen güdülerle, atalarından miras takvimlerine sahip çıktıklarını, dahası gezegen sistemimizin dosdoğru tasvirine kadar astronomiyi ilerlettiklerini, dönemlerine göre umulmayacak derecede ileri bir uygarlık kurduklarını biliyoruz. Oysa beyaz kireçle kaplanmış sayfalara yazdıkları, topraklarına ayak basan yüzlerce "pagan" beyaz adam tarafından yok edilmeseydi, çok daha fazlasını bilebilecektik... Bu bilgi kopukluğu, bu eksik halka yüzünden, ziguratlarındaki duvar betimlemeleri ve kazılarak bulunan tabakalarda rastlanan insan kıyımları büyük bir tezat yaratıyor.

    Bu denli ileri bir uygarlığın bu kadar vahşi bir dönemi nasıl olabildi? Mel Gibson'ı Meksika'nın Yucatan Körfezi'nde, yüzde yüzlerce nem ve aralıksız yağmura rağmen aylar süren çekimlere ikna eden de bu tezat... 51 yaşındaki aktör-yapımcı-yönetmen, Mayalar'ın sıkça söylenen "birdenbire yokolmaları"nın aslında o kadar da birdenbire olmadığını düşünüyor olmalı. Salgın hastalık, artan nüfus, azalan kaynak ve kepaze yönetim dörtlüsünün buluştuğu noktada, Mayaların bile ayakta duramayacağından hareket ediyor; kullanmayı çok sevdiği katıksız şiddeti de İmparatatorluğun bu hastalıklı son dönemine yerleştiriyor.

    Görülen o ki, tıpkı Oliver Stone'un Büyük İskender filmini çekmeden önce yüzlerce kitabı okurken Zecharia Sitchin'in Stairway To Heaven (Gökyüzüne Merdiven)'ını atlaması gibi Gibson da, aynı Sitchin'in Lost Realms (Kayıp Kıtalar)'ını gözardı etmiş. Böyle olunca da, Maya atmosferini çok farklı hayal eden benim gibiler için Apocalipto, poposu açıkta ilkel kabilelerin birbirleriyle savaşından öte bir belgecilik vaat etmiyor.

    Film izlerken onu bütünüyle değil, bazı bölümleriyle sevmeyi de öğrenmeliyiz belki de. Toptan reddedişe kendimizi zorlamak yerine bir filmden neden keyif aldığımızı merak etmeliyiz mesela. Benim için Apocalipto aşağı yukarı böyle bir deneyim oldu. Gibson'ın filmi, bu mülayim bakış açısıyla ele alındığında, yer yer gerilimin parmak ısırttığı, son derece kıvrak bir serüven filmi olarak yorumlanabilir.

    Daha önce hiçbir sinema filminde yer almamış oyuncuların parlayan yıldızı Jaguar Pençesi (Rudy Youngblood) peşindeki insan avcılarından kaçarken bizler merak dolu gözlerle kımıldamadan bakakalıyorsak o zaman neresinden bakarsanız bakın işin içinde "sinema" var demektir. Üstelik kurgu ve CGI teknikleriyle süslenmiş, şişirilmiş değil, düpedüz Gibson sineması bu. Yönetmenin artık takıntısı olduğunu düşündüren "boğazlanan insan" ve "kopan kafa" planları bir tarafa...

    Tamamı ormanlık arazide geçen filmde yine şaryo hareketiyle perde dışına çıkan amors* arkası figürlere rastlıyoruz. Cesur Yürek'te William Wallace'a son saniyelerinde kalabalık arkasından bakan rahmetli karısını, İsa'nın Çilesi'nde Hz. İsa kanlar içinde yürütülürken Şeytan figürünün onu kalabalık arasından takip ettiği sahneleri hatırlayın... Sonra da Rudy Youngblood'ı, hamile karısını ve çocuğunu sakladığı kuyuya aynı şekilde bakarken düşmanına yakalanmasını izleyin. Artık bu kaydırma hareketini, zat-ı muhterem kafayı taktığı için Gibsonesk diye nitelendirmek istiyorum.

    Gibson'ın hakkını teslim etmemiz gereken bir özelliği de cesareti. İkinci kez İngilizce olmayan bir dilde, üstelik bir Maya lehçesinde film çekerek sinemasına olan güveni ortaya koymakla kalmıyor, Cesur Yürek ve Tutku: Hz. İsa'nın Çilesi'nden çok daha fazla şey söylemeyi de başarıyor.

    Apocalipto, içerdiği şiddete Maya betimlemelerini gerekçe gösterip ortaya çıkan tezatı, bir imparatorluğun hastalanarak ölmesiyle açıklıyor. Bunu yaparken de baş karakteri üzerinden korku teması ile yaşanılan ülke arasında bağ kuruyor. İnsanları güneş tutulmasıyla kandıran yalancı yöneticilerle, halkının kalbine sahte korkular gömen Bush yönetimi arasında bağ kurması gibi... Youngblood, kendi ülkesinde artık korkmak istemiyor. Ülkesinin sonunu hazırlayan korkudan nefret ediyor; onu öldürmeyen onu güçlendiriyor ve genç adam "artık daha fazla yalan yok" diye haykırıyor. Sizce de Mel Gibson yeterince politik bir film yapmamış mı? Ya da şöyle soralım; Gibson bunu yaşadığımız dünyaya, daha az kan göstererek anlatabilir miydi?

    *Amors: Bir tür film çekim kompozisyonu. Bu çekimlerde ön planda tutulan bir karakter ile başka bir karakterin ilişkilendirilerek aynı karede gösterilir.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top