Steve Buscemi’ye Tapar mısınız?
Yazar: Ayşegül KesirliSteve Buscemi'ye olan şahsi hayranlığım yönettiği veya rol aldığı herhangi bir filmi izlerken duygusal yanımı bastıramama sebep oluyor zaman zaman. Ekranda ismi gözüken o adam sanki ailemden biriymiş gibi heyecanlanıveriyorum bir anda. Hayat verdiği her karakterde aileme yeni bir üye katılıyor. Anlattığı her hikaye anılarımdan biriymiş gibi gelmeye başlıyor. Bu durum da kendisini kalbimde apayrı bir yere oturtuyor. Bu yüzden de ortaya koyduğu herhangi kötü bir çalışma beni herkesten daha fazla hayal kırıklığına uğratabiliyor. İyi bir çalışması da buna paralel olarak herkesten çok göğsümü kabartıyor.
25. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen Yalnız Jim de defalarca izlemek isteyeceğim bir Buscemi filmi mi olacak yoksa tam bir hayal kırıklığımı paniğiyle seyretmeye başladığım, sonunda da yüzümde memnun bir gülümsemeyle sinemadan ayrıldığım yepyeni bir yönetmenlik denemesi.
Hayallerinin peşine takılıp, banliyö hayatını terk eden Jim'in, New York'da başına gelen bütün başarısızlıkları sırtlayıp evine geri dönmesini anlatıyor film. Steve Buscemi'nin uzun yıllar beraber çalıştığı Coen Kardeşler'in kara mizahı, filmin her karesinde hissediliyor. Baş karakterimiz Jim'in kendisinden, ağabeyine, anne babasından sevgilisine dek yakınında bulunan herkese de ayrıca bir Jim Jarmusch absürdlüğü hakim. Buscemi'nin bugüne dek canlandırdığı bütün sıkılgan karakterlerde rastlayabileceğimiz kendine has yüz mimiklerinin kameranın bakışına yansıdığı film bu yönüyle de son derece kişisel. Bütün bunlar Evan Lurie'nin müzikleri ve Casey Affleck'in tam anlamıyla ekrandan dışarı fırlayan depresif oyunculuğu ile birleştiğinde de insan kendisini garip bir hayal aleminin içinde buluyor.
Steve Buscemi, Jim Jarmusch, Evan ve John Lurie ile beraber sohbet ettiğim bir barda Tom Waits de şarkı söylese kendimi aynen böyle hissederim herhalde düşüncesi aklımıza yapışıp kalabiliyor. Herkese göre değişebilecek bir hissiyat olsa da en azından benim kişisel tanrılarımla aynı sofrada yediğim bir akşam yemeğini hatırlatıyor bu film bana. Her birinin ayrı bir özelliğini taşıyor. Ayrı bir dokunuşunu içinde saklıyor.
Filmin konusuna baktığımızda da aslında baş karakterin aynı bizimki gibi bir ruh halinde olduğunu sezmemiz fazla zamanımızı almıyor. Küçüklüğünden beri kendilerini melankoliye boğmuş yazarları kişisel tanrıları haline getirmiş bir karakter Jim. Onların kitaplarını okuyarak büyümüş, hayatlarına özenerek onlardan biri olmayı hayal etmiş biri. Fakat aynı ilahi gücü kendi içinde bulamamış, etrafında dönüp dolaşan sıradan dünyaya lanet okumuş, onlardan biri olamadan da yer yüzüne düşmüş bir karakter.
Film boyunca da bu düşüşün Jim'in hayatını ve ruh halini nasıl sarstığı anlatılıyor. Ve bizler filmi, tanrılarla dolaştığımızı, onlardan biri olduğumuzu hayal ettiğimiz bir düzlemde izlerken, Jim'in yalnızlığının nasıl bir duygu olduğunu, kendini o yalnızlık içinde nasıl güçsüz, nasıl saldırgan, ne kadar kırıcı hissettiğini o kadar iyi anlıyoruz ki, filmi tartıp biçmemiz için onunla aramızda nesnel bir mesafe kurmamız gerektiğini bilsek de bunu yapamaz hale geliyoruz. Film gerçek dünyamız oluyor, gerçek dünyamız filme dönüşüyor. Belki de ben Steve Buscemi'nin anlattığı hikayelerden birini daha kendi anımmış gibi algılamaya başlıyorum bu noktada.
Aslında filmi izlerken farkına varmamız gereken, sadece bir mesele var. O da Jim'in yaşadığı kaybetme duygusunu hayatlarımızın bir kesitinde bizlerin de mutlaka yaşamış olduğu veya eninde sonunda yaşayacağı. Bu görüşle beraber ekranda gördüklerimizi kendi hatıralarımızın birer parçası gibi algılamamız daha normal bir boyut kazanıyor. Bütün bunlara Buscemi'nin mizah duygusuyla bakabiliyor olmamız bizlere kendimizle alay edebilme erdemini de kazandırıyor. Fazla yer değiştirmediği halde, kendi içinde hareketli olan kamera eğer filmde yaşayan bir karakter olsaydık olayları da işte tam bu gözle izlerdik dedirtebiliyor. Hikayeye katılan bu gerçeklik duygusu, filmle aramızda oluşması gereken mesafenin ortadan kaybolması, karşımızda gördüğümüz karakterlerin absürdlüğü her ne kadar aşikar olsa da eğer dikkatli bakarsak onları kendi içimizde, kendi ailelerimizde de bulabileceğimizin işaretini veriyorlar.
Steve Buscemi, hikayedeki bütün melankolikliğe rağmen kendi hayatlarımızın da aslında tanrılarınkinden pek farklı olmadığını, onlarla dolaşabilmeyi hayal etmek yerine etrafımıza bakındığımızda onlara esin kaynağı olanların kendi yaşantılarımızda da varolduğunun umudunu aşılıyor bizlere. Tanrılara ulaşmak için onların acılarla, intiharlarla süslü hayatlarının birer kopyası haline gelmemizin gerekmediğini söylüyor. Bu asık suratlı, çirkin adam, o yüzün arkasında her zamanki gibi bir neşe, bir sadelik barındırıyor gerçekte. Bu sebeple de en azından benim ona olan şahsi sevgim hiçbir zaman eksilmiyor.