<b>Hannibal</b> Değil, <br>Bir Süper Kahraman <b>Doğuyor</b>
Yazar: Ali ErcivanAslında ’80lerde Michael Mann imzalı Manhunter ile başlayan ama 1991 yapımı Kuzuların Sessizliği ve Anthony Hopkins’in bu filmdeki performansı ile efsaneleşen Doktor Hannibal Lecter karakteri üzerine yapılan filmlerden oluşan bir seri halen sürüyor. Hannibal Doğuyor’da, beyazperdenin üçüncü Hannibal’ı olarak (karakter ilk kez Mann’in filminde Brian Cox tarafından canlandırılmıştı), yamyam doktorun gençliğini oynayan Fransız oyuncu Gaspard Ulliel karşımıza geliyor.
Film, bir süre Batman’in doğuşunu anlatan Christopher Nolan filmi Batman Başlıyor’u hatırlatmıyor değil doğrusu. II. Dünya Savaşı sırasında, bugünkü Litvanya topraklarında, travmatik bir olay sonucu ailesini kaybeden küçük Hannibal (bu karakterin perdedeki dördüncü hali tabii bu arada), genç bir erkek olduktan sonra yetimhaneden kaçıp Fransa’daki amcasının yanına gider. Fakat amcası hayatını kaybetmiş ve geriye tek akrabası olarak Japon asıllı yengesi kalmıştır. Kendi dini inançlarını korumuş olan kadın aracılığıyla, uzakdoğu dövüş sanatları konusunda kendisini eğitmeye başlar Hannibal. Güncel yönelimlerden yazar Thomas Harris de uzak kalamamış, ama bana sorarsanız, bir Hannibal filminde yeri olmayan şeyler bunlar.
Zihninde yıllarca bastırdığı kardeşinin ölümünü hatırladıkça intikam hırsıyla dolan Hannibal, tıp ve dövüş sanatları eğitimlerini kan ve ete düşkünlüğüyle birleştirip bir canavara dönüştükten sonra sorumluların peşine düşüyor. Bu noktadan sonra filmin hatırlattığı, daha ziyade Testere serisi, Ostel vb. kan, vahşet ve acı sineması örnekleri. Filmden dehşet hissi uyandırmasını bekleyenler, belli ölçüde memnun kalabilirler.
Hannibal Doğuyor’un başlıca sorunu yüzeyselliği. Muhakkak ki karakterin neden yamyamlık dürtüsüne sahip olduğunun somut bir açıklamasının yapılması gerekmiyor. Bu tür sapkınlıklara özellikle psikolojik açıklamalar getirmeye çalışmanın boşunalığına inanıyorum. Ancak film, Hannibal’ın çocukken geçirdiği travmatik deneyimi bir gerekçe olarak sunmaya çalışıyor. Halbuki, kardeşini katleden haydutların nispeten anlaşılabilir bir motivasyonları var; adamlar hayatta kalabilmek için insan eti yiyorlar (mazur gördüğümden değil). Ne kadar tiksindirici bir durum olursa olsun, yamyamlık canlılarda görülebilen bir eğilim. Ve bu eğilime Freudyen gerekçelendirmelerle yaklaşmanın boşuna olduğu kanısındayım. Daha önceki Hannibal Lecter’lı filmler de bunu hiç yapmadılar zaten. Yeni filmi basitleştiren, yüzeysel kılan da, bu açıklayıcı bakış açısı.
Karakterin filmin sonunda yüzleştiği bir gerçeğin de, buna işaret ediyor olması gerekir aslında. Hannibal’ın yamyamlığının kaynağı intikam duygusu değil; kaba bir ifadeyle, bir kez tadını aldıktan sonra insan etinden vazgeçememesi. Ama filmdeki onu anlama çabası, eylemlerini gerekçelendirirken, aynı zamanda bir miti iyice romantize etmeye dönüşüyor. Neredeyse caniliğini tamamen unutup bir süper kahraman boyutuna taşınıyor Hannibal. Doğmakta olan şeyin, adaleti kendi başına sağlamaya çalışan bir Batman değil de, intikam hırsını ve et tutkusunu bastırmaya çalışan bir yamyam olduğu unutuluyor.
Aristokrat bir aileden gelen Hannibal’ın şiddet eğiliminin sınıfsal boyutu da, filmin yüzeysel yaklaşımından payını alıyor. Alt tabakaya yönelik tiksintisinin filmdeki yeri, ilk kurbanı olan kasaptan öteye gitmiyor. Ama her noktada yapıldığı gibi, buna da seyircinin hak vereceği bir gerekçe sunuluyor.
Sinemada şiddet, seyirci tarafından iyice kanıksanır hale geldi artık. Cinayetler, kabul edilebilir gerekçeleri olduktan sonra, izleyen üzerinde ille de rahatsızlık yaratmıyorlar. Anlaşılabilir bir gerekçeyle cinayetler işleyen bu adamın öyküsü, bize karşımızdakinin caniliğini unutturuyor. Hannibal Doğuyor, yanlış ata oynuyor. Biz, Doktor Lecter’ı hiçbir zaman 'sevmedik'; ondan sadece etkilendik. Açıklaması olmayan ve son derece güçlü bir kötülüğün temsilcisiydi. Şüphesiz karizmatikti ve karizmatik kötü adamlar, sinemada her zaman etkileyici olmuşlardır. Onların öykülerini izlemeyi severiz. Ama onların kendilerini sevmeyiz. Nasıl o hale geldiklerini bilmek isteyebiliriz ama onları anlamak ya da kendince haklı görmek de istemeyiz. Bugüne kadar keyfi cinayetler işlediğini defalarca görmüş olduğumuz bir karakteri, intikam peşindeki bir kurban olarak sunmak, bu seri için yanlış bir adım. Miti yerle bir edebilecek bir adım.
Hannibal Doğuyor, ne sinemasal nitelikleri ne oyunculukları ne de karakterine yaklaşımı ile başarılı olamıyor. Uzakdoğu sinemasının tanrıçası Gong Li’yi ve filmin kalbi olması gereken karakterinin Hannibal ile ilişkisini de yeterince değerlendiremiyor. Kötü yazılmış diyalogları ve dramatik yapısındaki boşlukları ile, Hannibal ve Kızıl Ejder filmlerinin bile bir ölçüde yakalamayı başardığı etkiye ulaşmaktan çok uzak kalıyor. Ama herhalde yapımcı Dino De Laurentiis, para getiren bu seriyi bu noktadan da ileriye taşımaktan çekinmeyecektir. Her adımda biraz daha tükettiğini, hiçbir şey olmasa Kuzuların Sessizliği gibi bir başyapıta ihanet ettiğini fark etmeden...