Emir Büyük Yerden!
Yazar: Zafer İlbarsTrier, kendine özgü sinema anlayışıyla ilgi çektiği kadar tepki de alan bir yönetmen. Bugüne dek yaptığı filmler garip bir kamplaşma yarattı sinemaseverler arasında. Kimileri filmlerini ve seyirciye sempatik gelebilecek tüm hamlelerden feragatini, orijinal bir cesaret, yepyeni ve devrimsel bir adım olarak tanımladılar. Kimileri ise bu tavrını manasızca provoke edici ve sıkıcı buldular. Sağa sola sallanan kamerası, kimilerinin hayranlıktan başını döndürdü, kimilerinin de tiksintiden midesini bulandırdı. Her filmiyle sineması tekrar tekrar tartışmaya açıldı.
Yeni filmi Emret Patronum ile komediye yönelen Trier, bu anlamda kimi alışkanlık ve tercihlerinden, denediği bu yeni tarzın da kendine has özelliklerinin gerektirebileceği durumlar nedeniyle vazgeçebilir diye düşündürmüyor değildi.
Her şeyden önce belirtmeliyiz ki, bu filmin mizahı güldürürken düşündüren türden değil. Aslında kara mizahın önemli görevi "güldürürken düşündürmektir". Fakat bu film bunu yerine getirmek niyetinde değil, filmin amacı biraz daha farklı. Bu film güldürürken düşündürmüyor, sinir etmeye çalışıyor! Bu da tam Trier'e yakışan bir durum değil mi? (Zaten filmin son sözlerinde bu durum en somut bir şekilde görülebilir.)
Bu Trier usulü kara komedi, bir yazılım şirketinin çalışanları arasında geçiyor. Ortada bugüne dek hiç görünmeyen bir "patronların patronu" var, ki elemanlar bugüne dek emirleri hep aracılarla ondan alırlar. Aslında bu görünmeyen iktidar şirketin içerisindedir. "Patronların patronu" içlerinden biridir, fakat bunu belli etmek istememiştir. Her şey yolunda giderken sular tersine akar ve "patronların patronu" şirketi bir İzlandalı'ya satmaya karar verir. Ve fakat ortada resmi sözleşmeyi imzalayacak bir patron yoktur. "Patronların patronu" işleri bir şekilde yoluna koyup, sıradan bir çalışanı olarak gözüktüğü şirketi İzlandalı'ya satmak niyetindedir. Ancak kendisi, çalışma arkadaşlarının çok sevdiği biridir; hatta fırsat buldukça çalışma arkadaşlarıyla sarmaş dolaş olacak kadar samimidir. Çıkış yolunu bir aktörle anlaşmakta bulur. Buna göre, aktör "patronların patronu" rolünü oynayacak ve yıllar sonra ortaya çıkarak şirketi satacaktır. Ve aktör "patronların patronu" olarak şirkete ayak bastığı andan itibaren absürd olaylar birbiri ardına gelmeye başlar.
Filmi tamamen absürdlük hakimiyetinde değerlendirmek gerekiyor. Zira karakterler arası iletişim ve tavırlar insani değerler ve hamleler yerine absürd bir anlayışla işlenmiş. Trier'in yarattığı alternatif dünyanın komedi versiyonu da böyle bir şey olmalıydı zaten. Tamamen özürlü bir mizah bu. Bilinçli olarak net bir şekilde anlatmaya veya açıkça göstermeye mahal vermeyen, seyirciyi sıkılmakla bir şeyleri keşfetmenin kırıntıları arasında bocalamaya sevkeden bir film. Zaten filmde, Danimarkalı'lardan nefret ettiğini her defasında altını çizerek söyleyen İzlandalı karakter, filmden nefret edecek olan izleyicinin temsilcisi bir nevi. Çünkü aktörden de, çalışanlardan da, Danimarka'dan da, içinde bulunduğu saçmalıktan da (absürdlük) nefret eder duruma geliyor. Bu nedenle filmden nefret edeceklerin en seveceği karakter bu enteresan İzlandalı olacaktır şüphesiz.
Her ne kadar farklı bir türde ürün verse de, bu filmde yönetmenin diğer filmlerinde rastlanabilecek özelliklere de rastlamak mümkün. Teknik olarak aynı tercihler söz konusu; çok sık değişen kamera açıları, tam olarak doyurmadan değişen kareler hakim filme. Filmin öyküsünde de her zamanki Trier izleği hüküm sürüyor. Yine olaylar tam iyiye gitmeye başlamışken, her şey birden bire tepetaklak oluyor. Hikayenin en can alıcı noktası, son sözü söylemenin gerçek patrona değil, sanatını icra eden oyuncuya kalması ve başta piyon olarak öne sürülen bu karakterin olayların kaderini tayin edecek duruma gelmesi.
Bu noktada kasıtlı olarak bu kadar donuk olan senaryoyu değişim-dönüşüm anında enteresan bir hale sokuyor Trier. Filmde geçen olaylar yaşanan hayatın doğallığından da çıkarılmış vaziyette. Karakterlerin kimi karikatürize özellikleri, geliştirdikleri davranışlar ve verdikleri tepkilerde bunları görebiliyoruz.
Film, akışına ve olay örgüsüne organik biçimde bağlı olmayan, tamamen bağımsız olarak eklenmiş bir takım imajları da bünyesinde barındırıyor. Algıyı her daim tetikte olmaya zorlayan, olağanüstü dikkat gerektiren bu öğeler, sinematografik birer hata gibi gözüküyor. Fakat bu tam tersine, ince elenip sık dokunmuş oyun gibi bir bilmecenin elemanları durumunda.
Aslında bu aşırı dikkat gerektiren oyunun farkına varmak da keşiflerin bir parçası. Trier, bir röportajında filmdeki bilmeceyi çözecek olan ilk izleyiciye para ödülü bile vaat etmiş durumda. Hatta bundan sonra çekeceği ilk filmde bu şanslı kişi küçük bir rol de alacak. Ne diyelim; dogmada kantarın topuzu yoktur.