Hesabım
    Ayrılık
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    1,5
    Kötü
    Ayrılık

    Derin İlişkiler, Yüzeysel <b>Ayrılık</b>lar

    Yazar: Ayşegül Kesirli

    Senelerdir nedenini, nasılını bilmeden yoğun bir romantik komedi taarruzuna maruz kalıyoruz. Bu taarruz, bizleri romantik komedi filmlerinin benzer mizansenlerine giderek alıştırıyor ve olay örgüsündeki her çatışmayı, filmin devamını beklemeden, kendi zihninde çözebilen birer bilirkişi konuma yerleştiriyor. Bu durum da, gösterime giren yeni bir romantik komediden daha ilginç ve daha sürprizli bir olay örgüsü beklememize ve dolayısıyla bize sunulan bu yeni materyale daha eleştirel yaklaşmamıza sebep oluyor.

    Artık romantik komedilerin büyülü ilişkilerinin yüreğimizi yumuşatması, iç geçirtmesi bize yetmiyor sanırım. İkili ilişkilerin komik yanlarının gözler önüne serildiği bu filmler sayesinde, kendi gülünç yanlarımıza kahkahalarla gülmemiz de karnımızı doyurmuyor. Eski moda peri masallarının yerine, daha bugünün içinden, daha "gerçek" hikâyeler görmek istiyoruz. Hiç olmadı, gösterilen peri masallarının gerektiğinde hikâyeyi doğaçlama dahi götürebilecek uyumlu oyuncularla, zekice tasarlanmış diyaloglarla ve modern alışkanlıklarla süslenmesini bekliyoruz.

    Son olarak Aşka Veda ile karşımıza çıkan Peyton Reed, bende, bu beklentileri yerine getirebilecek, vizyonu geniş bir yönetmen hissi bırakmıştı. Yeni filmi Ayrılık'ın da, açılış sahnesiyle bu imajı boşa çıkarmadığı söylenebilir.

    Ana karakterlerimiz Gary ve Brooke'un bir beyzbol maçında tanışmaları ile başlayan film, sıcak bir karşılamayla karakterleri bize yakınlaştırıyor. Tanıştıkları sırada, en yakın arkadaşı ile atışmakta olan Gary, konuşma tarzından, sözcük seçimine kadar Rob Reiner'ın unutulmaz klasiği Harry ile Sally Tanışınca'nın Harry'sini hatırlatıyor. Eğer benim gibi bir Harry ile Sally Tanışınca fanatiğiyseniz, biraz can sıkıcı olabilecek bu benzerlik, kısa zamanda izlemek üzere olduğunuz filmin de bir o kadar başarılı olabileceğine yönelik heyecanlı bir beklenti yaratıyor. Ne yazık ki bu beklenti, ilk yarım saatin ardından filmin çalakalem yazılmış bir final ödevini andıran senaryosu nedeniyle hayal kırıklığına dönüşüyor.

    Öncelikle film, Gary ve Brooke'un mutlu mesut geçen yıllarını jenerikte gösterilen birkaç fotoğrafla özetleyerek bize, onları ve aralarındaki ilişkinin boyutunu iyice tanıma şansı tanımıyor. Hemen ardından büyük bir kavgaya tutuşan Gary ve Brooke, birbirlerine böylesine öfke duymaya başlamadan önce nasıl bir gündelik rutine sahip olduklarını özümseyememiş izleyicide, güçlü bir antipati uyandırıyorlar. İlerleyen dakikalarda, bu kavga halinin değişip filme bir sevimlilik geleceğini sandığınızda da, tamamen yanılıyorsunuz. Çünkü filmin aşağı yukarı tamamı, zaman zaman açılıştakine eşit şiddette kavgalarla, zaman zamansa ikili arasında süregelen belli belirsiz bir soğuk savaşla geçiyor.

    Çiftin bu agresif davranışları öyle uzun sürüyor ki, içten içe birbirlerini hala sevdiklerinden emin olması beklenen izleyici, bir anda Gary ve Brooke'un birbirlerini aslında hiç sevmemiş oldukları düşüncesine kapılıveriyor ve ikilinin ilişkilerini geri kazanma çabaları, yani filmin sürekliliğini sağlayan ana amaç, iyice anlamsızlaşıyor. Böylelikle kendinizi "Ben sinemaya bu ikisinin kavgasını izlemek için mi geldim?" cümlesini kurarken buluyorsunuz.

    Jeremy Garelick ve Jay Lavender'ın elinden çıkma senaryo, sadece yarattığı bu boş vermişlik hissiyatıyla çuvallamıyor. Aynı zamanda karakter oluşumdaki boşluklarla da, seyirciyi filmden uzaklaştırıyor. Gary ve Brooke, karşılıklı ilan ettikleri savaş dolayısıyla arada sırada ne kadar gülünç duruma düşseler ve kurdukları komik diyaloglarla yüzümüzü güldürseler de, bu anlar, pek de uzun sürmüyor maalesef. Her iki karakter de, sadece kadın ve erkeklerin klişe davranışlarından ibaret olup kişiliklerinde kendilerine has diyebileceğimiz özellikler barındırmadıklarından, bu eğlenceli anların devamını getiremiyorlar.

    Gary'nin eve gelip bir anda dev ekran televizyonda bilgisayar oynamaya başlaması veya maç seyretmeye dalması, ilk anlarda izleyene komik gelebiliyor belki veya Brooke'un Gary'i baleye götürmeye zorlaması ve bulaşıklara yardım etmesi konusunda ısrarlı bir tutum sergilemesi, ikili arasında eğlenceli bir söz alışverişine vesile olabiliyor. Fakat sizin de tahmin edebileceğiniz gibi bunlar ne daha önce duymadığımız yaratıcı diyaloglara yol açıyor, ne de seyredenin bir filmin peşine takılıp sürüklenmesini sağlayacak orijinallikte fikirler üretmesine neden oluyor.

    Üstüne üstlük, Jennifer Aniston ve Vince Vaughn'un gerçek hayattaki aşk ilişkileri vasıtasıyla kendiliğinden oluşacağını düşündüğümüz kimyasal çekimin de yerinde yeller esiyor. Her ikisinin de ayrı ayrı başarılı performanslar sergilediği bir gerçek. Özellikle Vince Vaughn'un bir kadın izleyiciye "bu adamdan ne köy olur ne kasaba" dedirtecek hareketleriyle karakterinin sorumsuzluğunu başarıyla yansıttığını söylemek mümkün.

    Jennifer Aniston ise her ne kadar romantik komedilerde görmeye alıştığımız "özgür ve bir o kadar sevimli" kalıbına pek oturmasa da, bilhassa fiziğiyle bugünün kadınının yerinde olmak isteyeceği Brooke gibi bir karaktere oldukça yakışıyor. Ancak ikisi bir sahneyi paylaştığı anda, aralarında kurulan ilişki, daha önce bahsettiğimiz gibi doğaçlama diyaloglara el verecek tipten bir elektrik barındırmıyor. Bu yüzden de, bana kalırsa filmin en başarılı performansı, Gary'nin içine kapanık ağabeyini canlandıran Vincent D'Onofrio'nın oluyor.

    Ayrılık, anlattığı konunun gerekli ayrıntılarına değinmeden, seyircinin bu ayrıntıları zaten bildiğini varsayarak üstünkörü yazılmış ve bu nedenle de, fazla yüzeysel kalmış bir yapım. Yapacak başka hiçbir işinizin olmadığı bir pazar öğleden sonra, televizyonda rastlarsanız keyifle izleyeceğiniz bir film olabilir ancak. Yaşanacak bir sinema ritüeli içinse yeterince tatmin edici olması, pek mümkün değil gibi.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top