Varlığı Hiç <br>Yokluğu Her Şey
Yazar: Zafer İlbarsHayatı alkol, kadın ve yazarlık üçgeninde betimleyerek kült bir yazar haline gelmiş Amerikan yeraltı edebiyatının ünlü ismi Charles Bukowski'nin aynı adlı romanından uyarlanan Factotum filmini izlerken, kuşkusuz ister istemez yazarın nasıl canlandırıldığına dikkat kesiliyor insan.
Zira Bukowski, eserlerinde tüm çıplaklığıyla, zaaflarıyla ve o orijinal pasaklılığıyla kendini anlatan bir yazar. Bu kadar açık ve net çizgilerle kendini tanımlayan bir adamı canlandırmak, özellikle ülkemizde büyük bir okur kitlesi bulunan yazarın fanlarının beğeni konusunda kolay kolay ikna edilemeyeceği anlamına da geliyor. Sinemada daha önce izlediğimiz iki Charles Bukowski uyarlamasında bunun farklı iki örneğini de görmüştük aslında.
Bukowski'nin senaryosunu kaleme aldığı Barbet Schroeder imzalı Barfly filminde, Mickey Rourke çoğu kişinin de düşündüğü gibi (ki buna Bukowski'nin kendisi de dahil) biraz Hollywood kokan ve Bukowski dünyasına uzak bir performans sergilemişti. İzleyen çoğu kişi okuduğu Bukowski ile perdede Mickey Rourke'un canlandırdığı tipleme arasında sağlam bir bağ olduğu konusunda ikna olamamıştı.
Ünlü İtalyan yönetmen Marco Ferreri'nin de bir Bukowski uyarlaması olmuş ve yazarın kısa öykülerinden yola çıkarak oluşturduğu Sıradan Delilik Öyküleri adını verdiği filmde Bukowski rolünü Ben Gazzara canlandırmıştı. Gazzara'nın tiplemesi biraz daha Bukowski çizgisine yakın olsa da, yine özellikle Bukowski tarafından oldukça eleştirilmişti. Elinde sürekli şarap şişesiyle dolaşan marjinal bir şair olarak çizilen Bukowski portresi bir beat edebiyatı yazarı tiplemesinden izler taşıyordu daha çok.
Factotum'a baktığımız zaman; Matt Dillon'ın gerek Mickey Rourke, gerek Ben Gazzara'dan daha naif bir oyunculuk sergilediğini söyleyebiliriz. Daha çok, genç bir şair ve yazar olarak Bukowski'nin yapıtlarından yola çıkan bir kişilikti filmdeki. Kendisine eşlik eden Arizona Dreams filminden hatırladığımız Lili Taylor'ın da Matt Dillon ile iyi bir ikili oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten, kadınlara düşkünlüğü bilinen bir yazarı anlatırken, en az yazarın kendisi kadar, hayatına giren kadınları temsil eden karakterin başarısının da filmin izlenebilirliği açısından önemli olduğu kaçınılmaz bir gerçek.
Film her şeyden önce, kimi zaman eğlenceli, kimi zaman dokunaklı ve kimi zaman da bizzat Bukowski şiirlerinden yaratılan şiirsel bir havaya sahip. Diğer Bukowski uyarlamalarından en büyük farkı, Bent Hamer'in filme yansıttığı İskandinav mizahı ve tarzı. Gülen yüzleriyle okula giden çocuklar, ev işlerini yapan kadın, çalışan ve aileyi geçindirebilecek maddi gücü olan babanın oluşturduğu Amerikan rüyasını reddeden; ne bir aile kurmanın, ne de düzenli ve iyi geliri olan bir işin arayışında olan, bu konsepti bütünüyle reddeden bir karakterin öyküsünü izliyoruz filmde.
Henry Chinaski, pek kabul gören tercihler olmasa da hayatında en sevdiği şeyleri yapma derdinde olan bir adam. İçmek, kadınlarla tanışmak, at yarışı oynamak ve tabi ki yazmak. Girdiği hiçbir işte kalıcı olamayan, salaş evlerde kalan Henry, öğlenleri bira, geceleri viski içip sabahları güne kusarak başlayan bir adamdır. Hayatına kendisi gibi yaşayan bir kadın girer. Sonra onu kaybeder. Bu kez herhangi bir barda başka bir kadın bulur, bir süre sonra onu da kaybeder. Zaten bu kaybediş onun için alışması gereken bir kaderdir. Filmin bir sahnesinde Henry kendisine "kadının var mı?" şeklinde bir soru soran yaşlı siyahi adama "Hayır yok, kadınımı kaybettim" der. Yaşlı adam kendisini süzüp nasıl bir insan olduğuna karar verdikten sonra Henry'ye şu cevabı verir: "Üzülme, yenisini bulur onu da kaybedersin". Aslında bu kaybetme esprisi Henry'nin kaderini çok kısa bir şekilde özetler.
Anekdotlara dayalı bir anlatımı tercih eden yönetmen Bent Hamer, çizgisel bir ilerleyişten ziyade kolajlardan oluşan naif bir anlatımı tercih etmiş. Bu kısa anekdotlar zaman zaman komik, zaman zaman melankolik anlatımlarla başarılı ve tutarlı bir bütünlük yaratıyor. Filmin atmosferi ve stilizasyonu ise oldukça başarılı.
Bir Bukowski uyarlamasında etkileyici olmak için hemen başvurulabilecek abartılı ve karikatürize anlatımdan eser yok. Bu anlamda aklı başında bir biyografi ve sağlam bir drama olarak seyredende tam kararında bir tokluk hissi yaratıyor. Film, özellikle mizahıyla etkileyici bir hava yaratıyor. Filmin hikâyesindeki gizli burukluğu, arayışı, bulamamanın verdiği sapkın hüznü ve bütün bunların yarattığı senfonik karmaşayı görebilmenin farklı bir bakış açısı gerektirdiğini bilen Bent Hamer'ın, bu gerçekten yola çıkarak en doğru işi yaptığını söyleyebiliriz rahatlıkla.
Yaşamda tanık olduğumuz küçük ama "varlığı hiç, yokluğu her şey" nevinden şeylerle ömrünü harcayan bir yazar ancak böyle anlatılabilirdi zaten. Bu; varlığı hiç, yokluğu her şey bunalımını yaşayan adamın hayatını ancak onun gözünden bakarak anlayabilirdik. Aksi takdirde bu film bizim için bir hiç olabilir ancak. Ya da tadını almasını bilen için çok şey. Alt kültür, "underground" edebiyat ve bağımsız sinema meraklısı sinema seyirci için çok büyük keyif kaynağı olabilecek bir film Factotum.