Soysuzlar Çetesi
Yazar: Murat ÖzerQuentin Tarantino'ya 'sinema sanatını virgülüne dokunmadan değiştiren adam' demek doğru olur sanırız. Zira bizim çocuk, türler ve alt türleri harmanlama konusunda öylesine uzmanlaşmış bir durumda ki, onlardan 'saygıda kusur etmeden' yepyeni bir bileşime ulaşmayı başarıyor her defasında. "Rezervuar Köpekleri"nden (Reservoir Dogs) başlayarak stilini sinemaseverlere kabul ettirip benimsetme işlevini ustaca yerine getirmiş olan Tarantino, özellikle 'ikinci sınıf film' diyarının dinamiklerini ezberlemiş olmanın avantajlarını son derece iyi kullanıyor ve onları özenle cilalayarak 'yeni' olduğu kuşku götürmez bir noktaya ulaşıyor.
Yönetmen, "Soysuzlar Çetesi"nde (Inglourious Basterds) de stilinde oynamalar yapmaktan özenle kaçınıyor ve bir kez daha geçmişin tozlu sayfalarına yapışmış olan türler ve filmler arasında keyifli bir gezintiye çıkarıyor bizleri. Filmin basın gösteriminde sinema yazarı arkadaşım Uğur Vardan'ın yaptığı tespit son derece doğru aslında; bizlerle birlikte Adapazarı'nın loş sinema salonlarında büyümüş ve aynı koltuklarda (genellikle şebeke) oturup film izlemiş gibi Tarantino. Bizlerin de sevgi ve saygıyla andığı o dönemlerin ikinci sınıf filmlerini hatmetmiş bir adamı kendimize yakın hissetmemiz kadar doğal bir şey olamaz herhalde.
Filme dönersek... Müthiş bir açılış sahnesiyle hareketleniyor beyazperdedeki görüntüler, öncesindeki 'jenerik harmanı'nı unuttururcasına. Fransız kırsalında bir western izletiyor bize bu sahnede Tarantino.
Filmin tartışmasız yıldızı Christoph Waltz (Cannes'da en iyi erkek oyuncu seçilmişti) ile Fransız aktör Denis Menochet arasındaki 'kedi-fare oyunu', Tarantino'nun yönetmenlik meziyetlerinin tavan yaptığı anları getiriyor peşi sıra. İki aktör de bu durumu körükleyen 'gergin' performanslar sergiliyorlar... Bu noktadan sonra bir kez daha bölümlere ayırdığı filminin ikinci aşamasına geçiyoruz, ki burada filme adını veren 'çete'yle tanışıyoruz. Brad Pitt'in canlandırdığı Amerikalı subayın (kendisine Apaçi denmesini istiyor) başı çektiği 'Nazileri avlama mangası' diyebileceğimiz bu çete, Nazileri öldürmekle kalmıyor, bir de kafataslarını yüzüyor. Sonraki aşamalarda işin içine hikâyeyi bağlayacak olan güzel bir sinema salonu sahibi (geçmişten geliyor bu karakter) ve İngiliz casusluğuna soyunmuş bir Alman aktris de giriyor. Tabii ki filmin karakterleri bunlarla sınırlı kalmıyor; gerçek ve sanal birçok karakter, Tarantino'nun 'hastalıklı' beyninden fışkırıyorlar film boyunca.
Çıkış noktası olarak İtalyan yönetmen Enzo G. Castellari'nin (sinemacının filmde küçük bir rolü de var) 1978 yapımı filmi "Quel Maledetto Treno Blindato"yu (The Inglorious Bastards) alan Quentin Tarantino, tabii ki orijinal hikâyeden bambaşka noktalara taşıyor filmini. Western türüyle giriş yapıp oradan ikinci sınıf aksiyon filmlerine, 2. Dünya Savaşı'nı Amerikalı gözünden anlatan yapımlara, Yahudi soykırımı filmlerine, olanaksız aşkların resmedildiği çalışmalara, kahramanlık destanlarına kadar uzanıyor yönetmen. Bu tür ve alt türler arasında her zamanki gibi eğlenceli bir slalom yapmayı başarıyor, hikâyenin bütünlüğünü zedeleyecek hamlelerden kaçınıyor, karakterlerin arasındaki karmaşık gibi görünen ilişkileri açma konusunda da ustalığını sergilemekten geri durmuyor.
"Soysuzlar Çetesi"ni "Ucuz Roman" (Pulp Fiction) ya da "Kill Bill" gibi dört başı mamur bir film olarak nitelemekse yanlış olur. Tipik numaralarını farklılaştırarak sunan Tarantino, örneğin 'geyik potansiyeli'ni burada daha alçak tonda bir stille ele alıyor. Bu özelliğini filmin ana kahramanı gibi görünen, ilk kareden son ana kadar varlığını ve etkisini sürdüren Albay Hans Landa karakteri üzerinde yoğunlaştırmış görünüyor. Christoph Waltz'ın zaman zaman ölçüsüz gibi görünmesine karşın, 'kontrollü' olduğu her halinden belli kompozisyon çalışması, Tarantino'nun tercihinin ne denli doğru olduğu konusunda da tespitler yapmamızı sağlıyor.
Öte yandan hikâyenin 'gidiş yolu' ile 'gittiği yer' arasında yönetmenin önceki filmlerine göre 'daha az' yaratıcı bir görüntüyle karşılaşıyoruz. Standartları kendince yorumlayan Tarantino, keskin zekâsının ona sunduğu nimetlerin yeterince üzerine gidememiş gibi bu kez. Evet, yine beklenmedik anlarda hiç beklemediğimiz hamleler yapıyor ve şaşırtmayı başarıyor, ama bazı bölümlerde 'zoraki sıkıştırmalar' var sanki. Örneğin filmin çatısını kurduğu ve adından başlayarak (Türkçe ismi "Soysuslar Cetesi" olabilirmiş) yapıma nüfuz etmiş 'aksan' meselesini fazla sulandırmış gibi. Hikâye için vazgeçilmez olduğu aşikâr olan bu durum, belli bölümlerde sınırlarından taşıyor ve kopukluklara neden oluyor. Baktığınızda bütünlük bozulmuyor, ama iki buçuk saatlik filmin soluklanma anları da olamıyor bu yamalar.
Bir sinema delisi olarak filminin merkezine bir sinema salonunu koymuş olması ise Tarantino'nun hiçbir zaman 'saygısızlık' noktasına teslim olmayacağını gösteriyor. Bir yandan da türler kadar yönetmenler, oyuncular ve filmler üzerinden de yürüyen bir yapı kuruyor. Böylece var olan 'sinema kokusu'nu daha da yoğunlaştırıyor ve (bilinçli) izleyicinin filmden aldığı keyfi katlıyor. Kendisinin de bu işten büyük keyif aldığı kuşkusuz!
İşin özü, Quentin Tarantino denen 'deli'nin marifetleri aynen sürüyor. Yönetmenlik konusunda bir adım daha ileri gidiyor, hikâye anlatmada büyük sorunlar yaşamadan hayatını sürdürüyor, eğlendirme potansiyelini koruyor, oyuncu seçimindeki ilginç tercihlerine devam ediyor, sinemayı ezberlemiş olmanın avantajlarını kullanıyor, diyalog yazma becerisini sergilemekten geri durmuyor, yüzeysel gibi görünen karakterlerin derinliklerine inmeyi başarıyor, en önemlisi de bir bütüne ulaşmayı kolaylaştıran enstrümanlara olan hakimiyetini bir kez daha gösteriyor... Ve de... Bu filmle de olsa tarihi değiştiriyor!