Bu Masala <br>Amerika İnanır mı?
Yazar: Bige AkdenizShyamalan... Her zaman beyazperdede çok fiyakalı duran bir soyadı olduğunu düşündüğüm yönetmen, hikayeyi detaylandırarak ön plana çıkaran ve aksiyonu arka plana atan anlatımı ile Hollywood gerilim sinemasına yeni bir yüz getirdi, bu yüzü de bir filmden diğerine kullanmaya devam ediyor. Köy ile daha masalsı bir havaya bürünen hikaye anlatımı, yeni filmi Sudaki Kız’da tamami ile yönetmenin yazdığı bir masaldan besleniyor. Filmi eleştirmek için de doğrudan bu masalla ilişki kurmak gerekiyor. Filmin kalbini hızlandıran ve yavaşlatan bu masal çünkü...
Öncelikle fazla ayrıntısı olmayan, basit, ama bir yandan da gerçek dünyalılar ile gerçekdışı olanlar (suda yaşayanlar, ya da mavi dünyalılar) arasındaki ilişkiyi anlatması nedeni ile potansiyeli yüksek, dinamik bir masal bu. Biz ile ötekinin farklılığından doğacak türlü yenilikten dolayı.
Filmin başında çizgi film edasında minimalist bir şekilde sunulan masal, insanların bir zamanlar suda yaşayan 'yaratıklar' ile iletişim içinde olduklarını, ama zamanla insani hırslarının eşiğinde bu ilişkinin önemini yitirdiğini anlatıyor. Filmin devamı bu ilişkinin tekrar kurulmasını sağlamak için dünyada bulunan bir su perisi üzerine ... Bu çizgili anlatım, bana geçen ay Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi’nden gördüğüm büyülü Çatalhöyük Medeniyeti sergisini anımsattı. Çatalhöyük’lülerin mağara duvarlarına çizdiği kuş ve insan motifleri filmin başında gördüğümüze ilginç bir şekilde çok benzer. Bu başlangıcı da o yüzden sevdim sanırım, eskiyi ve bilge bir su medeniyetini anlatmak için dünyanın eski medeniyetlerinin primitif minimalist çizimlerine başvurulmasından...
O yüzden hemen söylebilirim ki Shyamalan’ın masalına gerekli atmosferi sağlamakta hiçbir sorunu yok. Hatta diğer Hollywood yönetmenlerine göre bu konuda sezgileri kuvvetli ve güçlü bir evrensellik taşıyor. Şu ana kadar ki her filmde olduğu gibi bu filmde de bulunduğumuz gerçeklik katmanının ötesinde bir yerde olduğunuzu anlıyorsunuz, özellikle görüntü yönetmenliği (ne diyebilirim ki, Christopher Doyle farkı) sayesinde bu hava sürekli korunuyor. Seçilen mekan da bence bu masala oldukça iyi hizmet etmiş. Bir havuzu çevrelen bir bina dizi dizi daireleri ile masalın karakterlerini bir arada tutarken, binayı çevreleyen orman da yine Köy’deki gibi masalın gizemini ayakta tutuyor, masalın yaratıklarına saklanabileceği bir ortam sunuyor.
Masalın misyonunun hatları da oldukça belirgin ve bize damla damla sunulmakta. Masalın ana kahramanı olan Story adlı su perisinin yaşadığı havuzdan çıkıp kendi dünyasından gelen bilgeliği aktaracağı insanı bulması, bu bilgeliği (oldukça basit bir ritüelle) aktarması ve daha sonra da kendi dünyasına dönmesi gerekiyor. Tüm insanların (en başta Amerika’da yaşayanların) ona, evine dönmek için de onun insanlara ihtiyacı var. Yani ortada masalların en zevkli durumlarından birisi, karşılıklı işbirliği de söz konusu. Hedefin gerçekleşmesi için kolektif bir çalışma gerekiyor, ya da heyecanlı bir yolculuk. Burada herhangi bir sorun yok.
İyi bir masal anlatımı için gerekli olan tüm donanımları yerleştirmiş filmine Shyamalan. Masala hizmet edecek mekan ve karakterler masal anlatıldıkça, olaylar ilerledikçe adeta bir dönüşüme uğruyor ve de fantazinin ağları yavaş yavaş örülüyor. Ancak tam ah leziz bir masal izliyorum derken, Shyamalan, masalının mesajının etkisinde kaldığının sinyallerini veriyor ve bu doğrultuda masala yaptığı çok bariz müdaheleler ile bizi uzaklaştırıyor keyifli bir hayal dünyasından.
En başta kendisini aktör olarak kullanması, masalı yazan ve anlatan kişinin masalın da içinde olması açısından bariz bir hata bence. Büyüsü gidiveriyor masalın. Üstelik oldukça donuk oyunculuğu ile diğer tüm deneyimli ve 'ben oyuncuyum' (özellikle Paul Giamatti) diye bağıran kişilerin yanıbaşında sürekli sırıtıyor Shyamalan. İkincisi, özellikle Amerika ve dünyanın gidişatı üzerine söylemek istediği mesajları doğrudan masaldaki karakterler ile söyletmesi ya da masalı buna hizmet etmesi için değiştirmesi... Binaya yeni taşınan kişiye bir film eleştirmeni kimliği yüklemesi, karakterin olaylar içindeki varlığını da doğrudan onun hakkında olumsuz eleştiri yazanlarla kurduğu ilişkiye bağlaması gibi. Yani, eleştirmenler beni anlamıyor, aslında ben onların anlamadığı kadar iyiyim ve filmimde istediğim gibi at koştururum der cinsinden ki bu alaycı bir kıvamdan çıkıp, göze batan bir eleştirmen eleştirisine dönüşüyor.
Açıkçası kendi masalını hafife alıyor Shyamalan, masalın mesaj verme gücünün kurgulanan fantazide saklı olduğunu görmezden gelir gibi. Masalsı karakterlerin her biri bu mesajın savaşçıları olabilecekken, sadece araçları oluveriyorlar. Irak’taki savaşın görüntülerini izleyen bina sakinleri, Amerika’nın yeni bir lidere ihtiyacı olduğunu belirten su perisi, diyaloglara yerleştirilen insanlık üzerine felsefi yorumlar hem masalın dramatik ve büyülü bir şekilde aktarabileceği didaktik mesajları elinden çalıyor, hem de bu karakterlerin masalsı inanılabilirliklerine meydan okuyor.
Bir süre sonra elden giden bir masalın acısını duymaya başlıyorsunuz, başlatılan büyünün tadı damağınızda kalıyor. Masalı anlatan, masalın büyüsünü elinizden alıyor. Kurguladığı dünyaya güvenip, anlatmak istediklerini masalın örgüsüne yaysaydı, belki tamami ile farklı bir filmle karşı karşıya kalacaktık. Kendisini de masalın bir misyoneri olarak bu kadar su yüzüne çıkartmasaydı belki de yönetmenliğinin yapabileceklerini izlemekten zevk alacaktık. Bana kalırsa Shyamalan kendi masalının heyecanına kapılıp, ipin ucunu kaçırmış. Bir masalın ayaklarının yere basması için bu kadar uğraşmak Shyamalan’ın en büyük hatası...
Belki de Amerikan insanlarına anlattığı masalı anlamaları için ekstra bir yardım almaları gerektiğini düşünmüş olabilir. Bu durumda da masalı dinleyenleri küçümseyen bir anlatıcının masalı dinleyenleri ne derece cezbedeceği ve mesajın yerine ulaşıp ulaşamayacağı oldukça tartışılır.