Hesabım
    Son Ültimatom
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,5
    Muhteşem
    Son Ültimatom

    Filtresiz Adrenalin Yolculuğu

    Yazar: Oktay Ege Kozak

    Son Ültimatom çekime girmeden önce yönetmen Paul Greengrass ve yazar Tony Gilroy arasında geçen tartışmaları izlemeyi çok isterdim. Birinin elinde makas, diğerinin elinde karalama kalemi, senaryonun her sayfasını kesip karalayıp hikayenin ana amacı ile alakası olmayan bütün karakterleri, diyalogları ve detayları bir kenara attıkları, buruşturulup bir kenara atılmış senaryo sayfalarının küçük tepeler oluşturduğu kaotik bir toplantı odası hayal ediyorum.

    Son Ültimatom, klasik aksiyon sineması şablonunu alıp karakter gelişimi, alt konu ve hatta hikaye gibi gereksiz elementleri sıyırarak seyirciyi süper casus kahramanımız Bourne'un iki saat boyunca hedefine uçan ok misali A noktasından B noktasına koşturduğu filtresiz bir adrenalin yolculuğuna davet ediyor.

    Eğer Son Ültimatom, Bourne serisinin ilk filmi olsaydı, bu riskli ve alternatif anlatım stili göze batabilirdi. Ama ilk iki filmi izlemiş herhangi bir seyirci için, serinin son filminin bu kadar duraksız ve sürekli gergin bir deneyim olması şaşırtmamalı. Sonuçta ilk Bourne filmi, Bourne'un karmaşık geçmişi ve Marie (Franka Potente) ile gelişen aşk hikayesine odaklanan, harikülade birer kavga ve takip sahnesine sahip olmasına rağmen, ustaca elden geçirilmiş bir casus gerilimi idi.

    Bütün karakterleri ince detaylarıyla tanıtmaya odaklanan ilk film, Bourne destanı içinde bir nevi birinci perde görevi görüyordu. Serinin ikinci filmi ise Bourne'un geçmişini bir kenara atarak, daha arka planda kalmış, daha mütevazi yan görevlere bağlanıp, ince casus gerilimi ile duvardan duvara aksiyon arasında gidip geliyordu. Yani tipik bir ikinci perde.

    Son Ültimatom ile Bourne macerasının üçüncü perdesindeyiz ve her aksiyon filminin üçüncü perdesinde olduğu gibi kinetik ve duraksız, kesin ve kalıcı bir kapanışa doğru ilerliyoruz. Tek fark, normalde 20 dakika süren bu kapanış sekansları, yaklaşık iki saate uzatılmış bir biçimde önümüze seriliyor. Son Ültmatom'da hafızasını kaybetmiş yenilmez casusumuz Jason Bourne'un eğitimini başlattığı, Black Briar kod adlı gizli bir CIA kordonunun peşinden gitmesini, bu sayede geçmişi ile olan bütün açıkları kapatmasını izliyoruz. Hikayenin bütün amacı Bourne'u dünyanın bir köşesinden diğerine atarak, Black Briar'ın ana karargahını bulmaya çalışması. Rusya'dan İspanya'ya, Londra'dan Fas'a, ve sonunda New York'a sek sekliyoruz. Tabi ki bu mekanların hepsi, kendilerine ait birer kavga/çatışma/takip sahnesine sahip. Özellikle çatıdan çatıya zıplama ile başlayıp uzun ve vahşi bir kavga ile sonuçlanan Fas sekansı, bu yılın en nefes kesici aksiyon sahneleri arasında yerini hak ediyor.

    Peş peşe seyirciyi koltuklarına yapıştıran, ustaca elden geçirilmiş aksiyon sekanslarının arasında biri tamamiyle gereksiz, biri güçlü performanslarıyla dikkat çeken iki küçük alt konu izliyoruz. Bu alt konulardan gereksiz olanı Julia Stiles'ın canlandırdığı CIA teknisyeni Nicky Parsons ve Bourne arasında, Bourne hafızasını kaybetmeden önce güya oluşmuş aşk hikayesi etrafında dönüyor. Bu alt konu gereksiz olduğu kadar mantıksız, ve senaryo yazarları tarafından son anda ortaya atılmış gibi. İlk iki filmde Nicky'nin Bourne'u tanımadığı barizken üçüncü filmde bu ilişkinin eskiden kalma derin bir aşk hikayesine dönüşmesi ilginç.

    Filmin duraksız takip ve kavga sahneleri arasında kısa da olsa bir köprü görevi gören ikinci alt konu, iki CIA yöneticisi Pamela Landy (Joan Allen) ve Noah Vosen'ın (David Strathaim) Bourne'un kaderi ile ilgili girdikleri ince politik çatışma üzerinde oluşuyor.

    Allen ve Strathaim gibi iki efsanevi karakter oyuncusunun alttan kaynayan güç oyunlarını izlemek bir zevk. Sıra Bourne'a geldiğinde ise, her ne kadar bu üçüncü bölümde senaryo aksiyona odaklandığı için Bourne'un iç dünyasına fazla inilmemesine rağmen, ve bu yüzden ona duyduğumuz sempati küçük bir darbe yese de, Matt Damon vücudu hızlı ve sert olduğu kadar ruhu pişmanlık ve karmaşa ile dolu ölüm makinesi casus Jason Bourne'u kesintisiz bir konsantrasyon ile ekrana aktarıyor.

    Son Ültimatom vizyona girdiğinden beri, filmin baştan sona her karesinde kullanılan sallantılı kamera tekniğinin ne kadar gereksiz ve mide bulandırıcı olduğuna dair film eleştirmenleri tarafından bir sürü makale yayınlandı; her tür sinema sever internette bu konuda uzun tartışmalara girdi. İlk olarak belirtmeliyim ki, Son Ultimatom kesinlikle gelmiş geçmiş en sallantılı, sırf kamera hareketleri bakımından en mide bulandırıcı film değil. Blair Cadısı ve Dönüş Yok gibi filmlere göz atmış her seyirci benimle aynı fikri paylaşacaktır.

    Ayrıca Paul Greengrass'ın türe getirdiği bu durmaksızın kinetik, taze görsel stilin, hikayenin akışına uyduğu sürece kullanılmasında bir sakınca görmüyorum. Sonuçta baştan sonra hararetli aksiyon sahnelerine odaklanan bir hikayenin dingin bir kamera kullanımı ile ekrana aktarılması beklenmemeli.

    Son Ültimatom, aynı gün vizyona giren Hepsini Vur ile ilginç bir "İki Film Birden" görevi görecektir aksiyon seyircisi için. Hepsini Vur, olabildiğince abartı, ton ve stil bakımından umarsız, belli bir amaç olmadan her tarafa sıçrayan utanmaz ve arlanmaz bir eğlencelik. Son Ultimatom ise Bourne'u bir iki kez Süperman-imsi pozisyonlara sokmasına rağmen, olabildiğince gerçekçi, yerli yerinde, klasik aksiyon prototipine eforsuzca yerleşen, kalite ve ustalık ile elden geçirilmiş bir film.

    Bu iki örnekten birini seçmeniz gerekirse, iç rahatlığıyla Son Ultimatom'u tavsiye edebilirim, her ne kadar Hepsini Vur'un daha orijinal ve başarılı bir örnek olduğunu düşünsemde. Hepsini Vur, içinizdeki hınzır veleti doyasıya eğlendirirken, Son Ultimatom ciddi ve klasik aksiyon hayranlarını yine doyasıya tatmin edecektir.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top