Vizyon Yolu Bekleyen <br>Bir <strong>Hollywood Ülkesi</strong>
Yazar: Ayşegül KesirliGeçtiğimiz günlerde Postacı Kapıyı İki Kere Çalar'ın 1946 yılında çekilen Lana Turner'lı versiyonunu izlerken garip bir hüzne kapıldım. Filme damgasını vuran Cora ve Frank ikilisinin ilk kez bir araya geldiği mutfak sahnesinde Cora'yı canlandıran Lana Turner ruj sürmekteydi. Sahne ilerledikçe Turner dudaklarını kibirle boyuyor ancak siyah beyazın azizliğine uğrayan ben, o dudakların gerçekte ne renk aldığını göremiyordum. Bu durum garip bir şekilde içimi acıttı.
Dudaklarını kırmızıya boyuyor olmalı diye düşünüp, kendi hayalimde renkli bir Lana Turner görüntüsü yaratsam da siyah-beyaza hapsolmuş Turner'ı sahici renkleriyle görememekten doğan hüzün aklımın bir köşesine kazındı. Birkaç gün sonra izlediğim neo-noir (kara filmin çağdaş hali) örneği Hollywood Ülkesi aklıma kazınan o hüzne tokat gibi bir açıklama getirdi.
Aslında merak ettiğim o renkli Lana Turner görüntüsünü hayalimde yaratmak onu benim için olduğundan çok daha güzel, çekici ve gizemli kılıyordu. Kara filmlere konu olan fettan güzellerin siyah-beyazlığını, gizemli dedektifler için saplantıya dönüşen öykülerin tekinsizliğini kendi renklerimizle boyayabilmek bu türün en can alıcı noktasıydı zaten. Kara filmlerde anlatılanların iç yüzünü bilmek, olanları gerçek renkleriyle görmek hoşumuza gitmeyebilirdi.
Gerçek renklerini bilirsek, nefret ettiğimiz içten pazarlıklı kadın karakterlerin aslında sadece "aşkı aradıklarını" veya gizemli dedektiflerimizin kendi bilinçaltlarının esiri olup, araştırdıkları cinayetlere sebebiyet verdiklerini öğrenebilirdik. Bu da izlediğimiz kara filmlerin bütün büyüsünü ortadan kaldırmaya yeterdi. Hollywood Ülkesi, bizi aynanın diğer tarafına geçirip, kara filmlerde anlatılan tekinsiz hikayelerin renkli yüzleriyle tanıştıran bir film. Aynanın bu yüzünde gördüğünüz kırmızı rujlu fettan kadınlar aslında sadece aşkı arıyorlar. Aynı ortamda yer alan fötr şapkalı, takım elbiseli erkekler ise esasında sandığımız gibi gizemli birer dedektif değiller.
Sex and the City, The Sopranos ve Millennium gibi daha birçok tanınmış dizinin farklı bölümlerinde yönetmenlik yapan Allen Coulter, Hollywoodland'de çizgi roman karakteri Superman'i ilk kez ekran karşısında ete kemiğe büründüren aktör George Reeves'in esrarengiz ölümünü anlatıyor. Hollywood'un bu tarz öyküleri anlatırken çoğu zaman ana karakterini olmadık yere yücelttiği ve insanlıktan uzaklaştırdığı malum. Reeves'in hayat hikayesi de, Hollywood sinemasının tipik anlatım oyunlarına başvurulduğu takdirde, Oscar heykelciğine göz kırpan, dramatik ve bir o kadar da klişe bir yitip gidiş öyküsüne dönüşebilirmiş. Reeves, insani özellikleri ağır basan samimi bir karakter olmaktan çıkıp, gerçekten de Superman olabilirmiş. Ancak Coulter'ın kara film türünün karakteristik özelliklerini ters yüz ederek gerçekleştirdiği ilgi çekici anlatımı, Reeves'in öyküsünün çok yönlülüğünü besleyerek, filmi akılda kalıcı, özgün ve içten hale getirmiş.
Filmde zaman zaman geriye dönüşlerle zaman zamansa dedektif Louis Simo'nun kendi hayalinde yarattığı görüntülerle ve başka kişilerin sözel anlatımıyla dile getirilen Reeves'in öyküsünü birçok farklı bakış açısından izlemek mümkün.
Coulter, film ilerledikçe Reeves'in ölümündeki gizemi değişik karakterlerin ürettiği farklı hikayelerle çözmeye çalışıyor. Kara film türünün karakteristik özellikleri nedeniyle daha filmin en başından suçlu ilan ettiğimiz karakterler yavaş yavaş tanıtılıyor, hikayeleri anlatılıyor.
Ölümünün bir cinayet mi, yoksa bir intihar mı olduğu hala tartışılan ve başından geçenlerle ilgili hala doğruluğu belirsiz birçok senaryo üretilen George Reeves'in hikayesinin bu şekilde farklı karakterlerin farklı yorumlarıyla anlatılması filme çok yakışmakta. Bununla beraber, gerek anlatılan bu hikayeler gerekse Simo'nun hayalinde yarattığı cinayet sahneleri Reeves'in başından geçenleri çözmeye uğraşan bizleri hep farklı bir yöne çekip, farklı bir senaryonun doğruluğunu kanıtlamaya uğraşıyor.
Bu uğraş heyecanımızı ve merakımızı film boyunca ayakta tutmamıza oldukça yardımcı... Filmin ortalarına doğru temposunun biraz düştüğünü ve kısa bir süreliğine sıkıntı verdiğini kabul etmek gerek. Ancak bu sıkılma anını bir kenara bırakıp, izlemeye devam ettiğiniz takdirde yavaş yavaş her taşın yerli yerine oturmaya başladığını anlayabiliyorsunuz. Yerli yerine oturan bu taşların sizi uzun zamandır izlediğiniz en etkileyici son sahnelerden birine sürükleyeceğini de rahatlıkla söyleyebilirim.
Daha önce de bahsettiğim gibi, dramatik başarı veya başarısızlık öykülerinde ana karakteri canlandıran oyuncuların Hollywood'un takdirini kazanıp, önce Altın Küre'ye ardından da Oscar'a aday gösterilmesine yabancı değiliz. Nitekim
Hollywoodland'in oyuncu kadrosunda yer alan popüler isimlere rağmen henüz ülkemizde vizyona girme fırsatı bulamamış olması gerçekten de üzücü. Kara filmin karakteristik özelliklerini kendine has anlatımını beslemek için kullanarak hem 40'lı yıllara damgasını vuran bu tür hakkında yeni sözler söyleyen, hem de hikayesini ikircikli bir kurgu üzerine oturtmayı başaran Hollywoodland mutlaka şimdiden izlenmesi gereken bir film...