<b>Beethoven’ı Anla</b>yama<b>mak</b>
Yazar: Orkan ŞancıMilos Forman'ın Amadeus'u çektiği yıl olan 1984, benim jenerasyonumun henüz tek başına sinemaya gitme ehliyeti olmadığı bir tarihti. Sinemayı seven aile üyelerinin, filmden eve döndüklerinde çatlak bir adamın kahkahalarından söz etmesi dikkatimi çekmişti. Bazen oyuncular, canlandırdıkları rollere verdikleri biçimlerle ölümsüzleşir, karakterleri hafızalara çakılır ya hani; yıllar sonra filmi tek başıma izlediğimde, bizimkilerin neden bahsettiğini nihayet anlamıştım. Tom Hulce'un kahkahaları hala beynimde bir yerlerdedir.
Forman, daha sonra Aydaki Adam'da Amadeus'tan aşağı kalmayan çatlaklıkta bir adamın (Andy Kauffman) hayatını yine başarıyla perdeye yansıtmıştı. Çifte Oscarlı usta yönetmen, sadece biyografik yapıtların nasıl çekilmesi gerektiğini göstermemiş, her defasında doğru başrol oyuncuları ve senaryolar seçerek üzerinde rahatlıkla dans edebileceği tuvaller elde etmişti.
Polonyalı kadın yönetmen Agnieszka Holland'ın Beethoven'ı Anlamak'ı, bana ister istemez Amadeus'u, Forman'ı ve Tom Hulce'u hatırlattı; yakınlığından çok uzaklığıyla. Baş karakter, yine "problemli bir dahi müzisyen"; rolü üzerine giyen de usta bir isim, Ed Harris. Karşısında, notalarını temize çeken öğrencisi, ona aşık, güzeller güzeli Anna Holtz (Diane Kruger)... Filmin oyuncu kadrosunu bilmiyorsanız, Beethoven rolündeki bu garip görünüşlü adamın Harris olduğunu çıkaramayabilirsiniz. Beyaz-gri peruğu, takma burnu, koyu kahverengi lensleri ve kötü replikleriyle, alışılmışın dışında bir Ed Harris bu. Aktörün performansı ya çok sevilecek, ya da nefret edilecek türden; keskin çizgili, cesur...
Oysa film, bu değerli aktörüne yeterince hizmet etmiyor. Aksiliği büyük oranda sağırlığından kaynaklanan efsanevi besteciyi dar bir apartman dairesine hapsediyor ki, mekan böylesine usta bir oyuncunun dahi hareket edemeyeceği kadar dar. Konser sahneleri ise Amadeus'un görkeminin çok uzağında; tüm senfonilerini sağır olduktan sonra bestelemiş Beethoven gibi bir adamın etkileyiciliğine yakışmıyor.
Hayatı boyunca evlenmemiş, bazılarınca Mason üstadı olduğu öne sürülen, son 20 yılını son derece kapalı biçimde yaşamış bu efsanevi Alman bestecinin evine, odasına kadar girdiğimiz halde, onun hayatına, kafasının içine giremediğimizi farketmek acı veriyor. Nasıl olup da ömrünün sonbaharında en büyük eseri sayılan 9 .Senfoni'yi ortaya çıkarabildiğini tam olarak anlayamamak da... Sözcükleri dudaklarda, sesleri titreşimlerde, ilahi melodiyi ruhunda hissedenlerin, Tanrı'ya rahiplerden bile daha yakın olduğunu söyleyen bu adam, 104 dakikada daha iyi anlatılabilirdi gibi geliyor.
Yönetmenin en büyük şansı, belki de Truva'dan beri takibe aldığımız Diane Kruger. Beethoven'ın ani hiddetlenme sahnelerinden birinde, yüzündeki korkuya dikkat edin; orada iyi bir oyuncu olduğunu göreceksiniz. Oysa bu çabalar da filmi etkileyici yapamıyor. Aktrisin meleksi güzelliğinin iyice ön plana çıktığı müzik destekli kurgu denemeleri bile bir türlü yerli yerine oturmuyor, filmin bütünü içinde kaybolamıyor. Füg ve Altın Oran tutkunları, aradıkları ilahi estetiği sadece Diane Kruger'ın yüzünde bulabilirler.
Copying Beethoven bu haliyle bir dahinin son derece yakından çekilmiş bir portresi olduğunu iddia etse de, aslında O'na bir türlü yaklaşamıyor. O'na koştukça uzaklaşıyor, çırpındıkça batıyor. Geriye bu kez kahkahalar değil, kendi eşsiz yeteneğini bile duyamayan bir adamın hiddeti kalıyor.