Hızlı ve Çaresiz
Yazar: Özden Sevgi DilerDC çizgi romanlarının en önemli kahramanlarından olan Flash'ı beyaz perdeye taşıma girişimleri, 1980’lere kadar geriye gitse de ancak 2013'te “Man of Steel”in DC Genişletilmiş Evreni’ni (DCEU) başlatmasıyla somutlaştı. 2014’te Ezra Miller, Barry Allen rolüne seçildi ve “The Flash” solo filmi resmen duyuruldu. Aslında 2018'de vizyona girmesi planlanan film; sayısız yazar ve yönetmen değişikliğini, DCEU'nun hayal kırıklıklarını, pandemi nedeniyle yaşanan olumsuzlukları ve son olarak Ezra Miller’ın birçok suça karışmasıyla başlayan tartışmaları arkasında bırakıp nihayet vizyona girdi. Hızıyla meşhur süper kahramanın beyaz perdeye bu kadar yavaş gelmesinin ironisi ortada…
Film vizyon tarihini beklerken önemli bir değişiklik daha yaşandı: Warner Bros., DCEU’yu iptal edip yeni bir evren oluşturmaya karar verdi ve yaratıcı kararlar için anahtarları James Gunn’a teslim etti. DCEU’nun son filmlerinden biri olan “The Flash”, Gunn’ın söylediği gibi yeni evrene yumuşak geçiş için bir nevi köprü görevi görüyor. Filmin doğası da buna çok uygun, çünkü “Flashpoint” çizgi romanına dayanan hikayesi çoklu evrenleri konu alıyor. Tıpkı, sadece iki hafta önce vizyona giren “Spider-Man: Across the Spider-Verse” ya da serinin 2018 tarihli ilk filmi “Spider-Man: Into the Spider-Verse” ya da tüm Spider-Man oyuncularını bir araya toplayan gişe rekortmeni “Spider-Man: No Way Home” gibi.
Görüldüğü gibi, Andy Muschietti imzalı “The Flash”ın sırtında büyük bir yük var. Kendi karmaşık tarihi, DC Evreni içindeki konumu bir yana, kendisinden önceki filmlerin – en azından yukarıda adı geçenlerin – hali hazırda çok iyi işlediği çoklu evren hikayeleriyle mücadele etmek zorunda. Baştan söyleyelim, ne kadar hızlı koşarsa koşsun Flash’ın bu mücadeleden galip çıkması imkansız. Yine de filmin seyirciye sundukları açısından çok da umutsuz olmaya gerek yok. “The Flash” farklı nesillerden DC hayranlarını iki buçuk saat boyunca çok eğlendirebilecek, sürprizli, enerjik bir macera. Fakat bu eğlencenin büyüsü, salondan çıkarken film üstüne düşünmeye başladığınız anda bozulmaya başlıyor.
İlk solo macerasının başlangıcında, Barry’nin bir yandan adli suç laboratuvarında çalıştığını bir yandan da Adalet Birliği ile dünyayı kurtarmaya devam ettiğini - kendi deyimiyle onların hademeliğini yaptığını - görüyoruz. Batman'in arkasını toplayıp yıkılan bir hastaneden düşen bebekleri kurtardığı ve kostümü çıkardığı anda “hiç kimse” olmaya geri döndüğü yüksek enerjili açılış sekansı filmin mizahi tonunu belirliyor.
Geveze bir genç olarak DCEU’ya her zaman mizahi bir dokunuş getiren Barry’nin filminden başka türlüsünü beklemek hata olur zaten. Filmin en güçlü yanı karakterin bu yönünü parlatan eğlenceli anları, ancak aslında o da diğer pek çok süper kahraman gibi trajik bir geçmişe sahip. Barry dokuz yaşındayken annesi, evlerine giren bir yabancı tarafından öldürülür ve babası bu cinayetten sorumlu tutulur. Adli tıp alanında çalışma isteğinin arkasında da babasının suçsuzluğunu ispatlama arzusu yatar ama Bruce Wayne’in (Ben Affleck) yardımlarıyla kurtarılan son bir delil bile bu konuda kendisine yardımcı olamaz.
Genç kahramanımız, çaresizlik ve öfke duygularıyla başa çıkmaya çalışırken yeterince hızlı koşarsa zamanda geriye gidebileceğini fark edince Bruce'un uyarılarını dikkate almadan harekete geçer ve annesini kurtarmak için zararsız olduğunu düşündüğü küçük dokunuşu yapar. Ama kendi zamanına dönmek yerine yaklaşık on yıl öncesine dönmesi, burada da her şeyi mahvedecek şekilde kendi geçmişiyle etkileşime geçmesi planları bozar. Üstelik tam da güçlerini kazandığı, yani 18 yaşındaki Barry’nin güçlerini kazanması gereken gündedir. Bunun için kendi yaşadığı kazayı tekrarlamayı başarır ama genç Barry süper hız yeteneğini kazanırken kendisi kaybeder ve General Zod (Michael Shannon) “Man of Steel”de yaptığı gibi Dünya’ya geldiğinde aklı bir karış havada genç haliyle baş başa kalır. On yıl önce bu olayları yaşayan orijinal Barry, eninde sonunda Superman’in gelip Zod’u yeneceğini düşünür, ama içinde bulunduğu dünya, “Geleceğe Dönüş”ün başrolünde Eric Stoltz’un oynadığı bambaşka bir dünyadır! Ve görünüşe göre burada kendisine yardım edebilecek tek kahraman da tanımadığı bir Batman’dir.
“The Flash”ın en çekici yanı Michael Keaton’ın 31 yıl sonra çok sevdiği Batman rolüne geri dönmesi. Öyle ki Ezra Miller’ın eylemleri filmin üstündeki olumsuz havayı arttırdıkça Keaton’ın varlığı pazarlama kampanyalarının merkezi haline geldi. Tim Burton’ın gotik dünyasından çıkıp gelen Keaton, süper kahraman filmlerinin son trendine uygun bir şekilde hayranların nostalji duygusuna oynuyor. Onu yeniden Batman kostümüyle aksiyonun içinde görmek, filmi izlemek için tek başına bir neden olabilecek kadar güçlü gerçekten de. Keaton, aradan onca yıl geçmemiş gibi, karakterin devamlılığını sağlayabilecek bir performans sergiliyor ve kostümü, araçları, mekanlarıyla bu Batman'in retro stili, artık hepsi birbirinin aynısı olan süper kahraman filmlerine bir şekilde tazelik getiriyor.
Yaşlı, münzevi ama hala çok iyi dövüşebilen Bruce Wayne, bir tabak spagetti üzerinden zaman yolculuğunu ve çoklu evrenleri açıklayarak zekasının da hala keskin olduğunu ispatlıyor. Gotham’ı suçtan temizledikten sonra malikanesinde inzivaya çekildiğini anladığımız Bruce, yıllarını kompleks bilimsel teorileri araştırmaya mı vakfetti bilmiyoruz ama zaman yolculuğu filmlerinde neler olup bittiğini anlatan bir elçiye her zaman ihtiyaç var ve Barry’e mentorluk yapması için Bruce Wayne her evrende doğru insan.
Barry, genç Barry, üstündeki ölü toprağını atan Batman ve Superman’i bulmak umuduyla çıktıkları yolculukta buldukları Supergirl (Sasha Calle) güçlerini birleştirip Zod’a karşı savaşırken, “The Flash”ın iyi yanları da giderek azalıyor. Batman’in (Affleck) filmin başındaki, Gotham kovalamaca sahnesi ne kadar keyifliyse, Zod’a karşı, kelimenin tam anlamıyla hiçliğin ortasında verilen bu son mücadele de o kadar yorucu. Tüm zaman yolculuğu numaralarına ve dramatik anlarına rağmen, bir süre sonra sadece yeşil perde önündeki oyuncuları görmeye başladığınız bir illüzyon gibi.
Aynı hissiyat tüm evrenlerin birbiri üstüne çökmeye başladığı doruk anında katlanarak devam ediyor. Bu noktadan itibaren film, 1950’lere kadar uzanan tüm DC uyarlamalarına göz kırparak, hatta hiçbir zaman hayata geçirilemeyen filmlere bile değinerek sadık hayranları “ödüllendirmeye” adıyor kendisini. Evet, bazı anların büyük sürprizler yaşatıp gülümseteceği kesin ama hikayeyle hiçbir organik bağı olmayan bu referanslar ve cameo’lar, yalnızca DC galerisinde dolaşıp AI tarafından yaratılan tekinsiz portrelere bakmaya benziyor.
Üçüncü perdenin nesiller boyu nostalji çılgınlığından geriye kalan kısacık zamanda da aceleye getirilmiş bir şekilde, tüm yaşananlara sebep olan gizem çözülüyor. Christina Hodson’ın senaryosu, Barry’nin aile dramını, duygusal yolculuğunu içtenlikle merkezine almak yerine aralara serpiştirilen duygusal sahnelerle çeşni gibi kullanıyor ve finalde de bu tercih kendini açıkça belli ediyor. Film bittiği anda, kafanızda hikayeye ve yaratıcı tercihlere dair pek çok soruyla kalmanız olası ama açıkçası “The Flash”ın bunları pek umursadığı yok. Son sahnedeki sürpriz cameo da “beni ciddiye almayın” der gibi, bunun altını kalın çizgilerle çiziyor.
Film seyircileri eğlendirmek için sinema salonlarına davet ediyor ve Barry’i kendisinden daha da “Barry” olan genç haliyle bir takım haline getirerek bunu başarıyor. Michael Keaton’ın geri gelmesi ve DCEU ekibiyle hiçbir zaman sahip olamayacağımız güzel bir Justice League filminin tadını damağımızda bırakan sahneler de üstüne eklendiğinde; kötü görsel efektler, boşa harcanmış bazı fikirler gibi olumsuzluklar görmezden gelinebiliyor. Sonuçta “The Flash” izlerken çok eğlenceli ve ciddiye alıp çok fazla düşünmediğiniz ölçüde sevebileceğiniz bir film.
Son bir not: Yönetmen Muschietti, filmdeki görsel efektlerin kötü görümesinin nedeni olarak Flash'ın persfektifinde olmamızı yani ışık ve doku açısından her şeyin bozuk olmasını öne sürüyor. Bu açıklamayı kabul edip etmemek size kalmış...