Bir Kuzu Korkusu
Yazar: Oktay Ege KozakThe Dark, gösterişli modern Amerikan korku filmleri ile son zamanların popüler Japon psikolojik korku filmlerini bir araya getiren sönük bir korku-gerilim karışımı. Sanki biri, Karanlık Su, Halka, Shining ve Hayvan Mezarlığı'nın ana elementlerini bir bilgisayara yüklemiş ve "orta karar" tuşuna basmış. Tamamiyle berbat veya uygunsuz değil, fakat toplamda, tavsiye edilebilir pek bir özelliği de yok filmin. Çabucak para kazanabilmek için önceki korku filmlerinde ne işe yaramışsa bu elementleri, azıcık çabayla bir araya getiren The Dark, 'bildiğini çek' sinemacılık stilinin yavan örneklerinden biri.
Çekimi ucuz ve her gün büyüyen çekirdek seyircisi sayesinde, pazarlanması da kolay olduğu için üzerinde film çekilmesi en güvenli tür olan korku sineması, aynı zamanda, diğer film türleri arasında, en çok denenmiş ve onaylanmış yutturmaca numaralara da sahip. Bu numaraların bazıları: 'Çöp kutusu içindeki kedi' (Uzun ve karmaşık bir sahne sonunda, olası bir tehdidin ana karakterin arkadaşı veya kedisi çıkması), 'rüyaydı; rüya değildi; hah şimdiki rüyaydı' sendromu (Ana karakter kabustan uyanır; tam rahat bir nefes almışken bir yaratık veya hayalet üzerine atlar; ana karakter tekrar uyanır; meğerse üst üste iki kabus görmüştür) ve 'sen ölüsün' senaryosu (Bunun açıklaması için Altıncı His'i izleyin).
The Dark, bu klişelerin hepsini, ölesiye sadık bir biçimde kullanıyor. Aşırıya kaçan tüyler ürpertici ses düzeni ve sadece bir el feneri ile aydınlatılmış karanlık mekanlar, örnek olarak gösterilebilir. Korku türüne kattığı tek tük yenilikler ise bir erkeklik organını çokça andıran Gallilere özgü büyülü bir taş ve ürkünç, intihar eğilimli kuzular (Evet, kuzular). Bu özgelerin hiç biri, "The Dark"ı yüksek bütçeli bir televizyon filmi olmaktan öteye götüremiyor, hatta kuzuların çukurumdan atlaması gibi bazı sahnelerde, korkutması gerekirken güldürüyor.
Film, Amerikalı anne-kız Adele ve Sarah'nın, Sarah'nın babası James'in Galler'deki çiftliğine ziyareti ile başlıyor. Çiftlik, her yanı uçurumlarla çevrili bir tepeye yerleştirilmiş ve koruma çitlerinden yoksun bir mekan. Öyle ki, kuzuların paranoyak olmasına şaşmamalı. Çiftliğe yerleşmelerinin hemen ardından, Adele ve Sarah, yaşayanların dünyası ile ölüler alemi arasında sıkışıp kalmış, üzgün bir küçük kız tarafından ziyaret edilir. Sarah, bir gün, küçük kızı denize doğru takip eder ve ortadan kaybolur.
Gece gündüz, denizde Sarah'yı arayan James, kızının öldüğüne ikna olmuştur fakat Adele, Sarah'nın halen canlı olduğuna inanmaktadır. Yaşadıkları çiftlik üzerine araştırma yapan Adele, elli yıl önce Ebrill isimli bir kızın öldükten sonra, Galli bir efsaneden esinlenen babası tarafından ölüler diyarından geri getirildiğini öğrenir. Efsaneye göre denize verilen her can, başka bir can ile ödüllendirilecektir. Ebrill'in babası, bir şekilde on kişiyi uçurumdan denize atlamaya ikna eder. Tabi burda, neden on kişi, sorusu çıkar ortaya. Efsaneye göre kızın geri gelebilmesi için sadece tek bir yaşamın feda edilmesi gerekmektedir. İşi sağlama almak için iki-üç yaşam belki, ama on kişi bariz açgözlülük. Bu efsaneyi öğrendikten sonra Adele, kızının ölüler diyarında sıkışmış olduğuna inanır ve kızını geri getirmek için elinden gelen her şeyi yapmaya kararlıdır.
Eleştirime devam etmeden önce, kuzulardan korkan biri olmadığımı itiraf etmek istiyorum. Benim kafamda kuzuların insanlığın itaatkarlığını açıklamak için metafor olarak kullanılan, sakin ve boş kafalı yaratıklar olmaktan ileriye gitmesi çok zor. The Dark, intiharcı kuzular, ayaklanan kuzular ve gözlerinden ışık saçan şeytani kuzuların ürpertici görüntüleri ile dolu ve bu görüntülerin hepsi, seyircide korku uyandırmak için yaratılmış. Kuzuların, ağzından köpük saçarak 'Beyin!' diye bağıran bir zombi veya ısırınca insanı ortadan ikiye ayıran yirmi metrelik bir köpek balığı kadar korkutucu olmadığını düşündüğüm için filmin büyük bir kısmı, benim için etkileyiciliğini kaybediyor. Fakat eminimki, kuzu fobisinden yakınan insanlar için film, çok daha ürkütücü bir deneyim olacaktır.
Bütün eksikliklerine rağmen The Dark, Adele'nin ölüler diyarına gittiği sahne gibi korkutucu ve tansiyonu yüksek bir kaç sahneye sahip. Fakat orjinal ve hakiki bir korku havasına dair yapılmış bu küçük eğilimler, takip ettikleri sekansların banalliği ve klişe atmosferi nedeni ile sönük kalıyor. Bu bir kaç sahne hariç, B-Tarzı korku filmi yönetmeni John Fawcett (kült kurtadam filmi Ginger Snaps'in de yönetmenidir) filmi, tamamen otomatik pilot modunda yönetmiş.
Adele'yi canlandıran Maria Bello, son zamanların en iyi aktrislerinden biri. Bello'nun geniş yeteneği, Vegas'ta Son Şans ve özellikle Şiddetin Tarihçesi filmlerinde de gözlenebilir. The Dark'ta ise Bello, geçirdiği travmatik olaylarla başa çıkmaya çalışan Adele'i, birazcık olsun gerçekçilik ve duygusal bir empati ile canlandırmaya çabalasa da, bu çabalar, ne yazık ki, fazla izahçı diyaloglar ve abartılı yönetimin arasında kayboluyor.
Sean "Boromir" Bean ise kendine marka edindiği dağınık sarı saçları ile bayan seyircilere iyi görünürken hayatımda duyduğum en kötü Galli aksanı ile kulaklarımızı tırmalıyor. Mükemmel bir Galli aksanı dinlemek için BBC'nin Little Britain dizisine göz atabilirsiniz.
Filmin yapımcıları ile kendi eğlencem için yeterince dalga geçsem de, ortada suçlanacak kimse yok. The Dark'ın amacı, yukarıda da bahsettiğim gibi denenmiş ve onaylanmış bir film türünü, fazla risk almadan, ortalama bir formla elden geçirip, azıcık kar yaparak günü kapatabilecek seviyeye getirerek sunabilmek. Bu açıdan bakıldığında, işe yaradığı da söylenebilir. Kesinlikle sinema biletine para harcanacak bir yapım değil, ama sıkıcı bir günde, televizyonda karşınıza çıkarsa size umarsızca bir-iki saat geçirtecektir.