ABD ve Sovyetler (hey gidi...) "dünyanın süper gücü benim!" diyebilmek için binlerce kilometre yukarıda, uzayda verdiler asıl savaşlarını. Toplumları, Ay'a ilk kim giderse dünyanın patronunun da o olacağı konusunda manipüle ettiler! Bunun bir sonucu olarak geliştirilen Apollo projesi kapsamında Nasa, 1961 ve 1975 yılları arasında, Ay'a 17 insanlı uçuş gerçekleştirdi. Peki, Ay'a gidince elimize kilolarca ay taşından başka ne geçti? Kim bilir... Belki de çoğu esrarlı bir şekilde kaybolan o taşlara bir kez daha bakmak gerekecek!
Apollo 18:Ölüm Yolculuğu de öyle yapıyor. Yönetmen Gonzalo Lopez-Gallego, asla gerçekleşmemiş bir ay yolculuğunu, işin içine bolca bilim kurgu katıp yönetmeye soyunmuş ve bunu yaparken de ‘gerçek gibi' olma sevdasına, found footage / buluntu film'in kollarına sığınmış. Bu kimi seyirci için üzücü bir haber olabilir. Zaten klostrofobik bir ortam olan Apollo kapsülünün içine bir de el kamerası sokulduğunu duyduğunuzda hayalleriniz yıkılabilir ama filme bir şans vermekte de sonsuz fayda var.
Apollo 18 bir Frankenstein projesi, yani oradan bir parça, buradan bir parça eklenerek oluşturulmuş ama içine yaratıcı bir deha eklenmiş gibi duruyor. Yakınlarda seyrettiğim ve çok sevdiğim Ay (Moon), Ridley Scott'un unutulmaz filmi Yaratık (Alien), biçimsel olarak da Blair Cadısı (The Blair Witch Project)'den parçalarla oluşturulmuş bir bilim kurgu kolajı gibi ama internette dolaşan "kayıp ay taşları" mitine dayanan hikaye, filmi taklitçiliğin ötesine taşıyarak bilim kurgu sineması adına orijinal ve önemli bir sonuca yol açıyor.
Alıştığımız üzere, uzaya yolculuk yapan astronot hikayelerinin olmazsa olmazı bir barbekü partisinden görüntülerle açılan film, fırlatmanın ardından aya inişten itibaren gerilimi yükseltirken nereye sapacağı konusunda bilinçli bir şaşırtmaca yapıyor. Lloyd Owen'in canlandırdığı astronot Nate Walker'ın tekinsiz yüz hatlarından ve kapalı ortamda bulunmanın yaratacağı halüsinatif etkilerden beslenen bir gerilim ya da iki kişilik bir slasher'a dönüşecekken, hikaye asıl rotasına giriyor.
Gelelim yapımın kendini kurban ettiği yere, yani az kullanılmış olsa da tüm etkiyi baltalamış olan CGI efektlerine... CGI, ne yaparsanız yapın gerçekçiliği zedelemekten başka işe yaramıyor. O zaman da tüm filmi found footage'mış gibi çekmenin hiç bir anlamı kalmıyor. Yaratıcı ekip, kaska giren örümcek benzeri uzaylı yaşam formlarını CGI'dan mevcut yaparak deyim yerindeyse kendi ayağına sıkmış! Sonuçta 90'ların başında izlediğim Ticks / Keneler filminde bile mekanik efektlerle şahane çözülebilecek bir sorun bu aslında... Birileri CGI'ın havasının Jurassic Park filmlerinde kaldığını söylemeli bu sinemacılara...
Sonuçta bilim kurgu diye dosta düşmana sarıldığımız zamanlardayız. Asıl büyük ödül olan Prometheus'a kadar karşımıza ne çıksa atıştırmalık niyetine seyredeceğiz belli ki. Apollo 18 de bu anlamda başarılı bir film... Georges Méliès'in Aya Seyahat (Le Voyage dans la Lune)'inden 110 yıl geçtikten ve Ay'a gerçekten gidildikten sonra bile orada insanlığı bekleyen türlü kötülükler olabileceğine inandırıyor bizi.
Twitter.com/murattolga
murattolga@gmail.com