Pembe, Gönlüm Sende
Yazar: Bige AkdenizSistem dışı ve renkli, kendi özgün dünyaları içinde var olma mücadelesi veren Amerikan kahramanlarının, bir o kadar alternatif anlatıcısı Jim Jarmusch, bu sefer artık kahraman olmayı başaramayan bir karakterin hikayesini anlatıyor. Bir 'hiç'i anlatıyor da diyebiliriz. Hiçlikten hikaye çıkar mı diye sorarsanız, çıkmaz tabi ki, ama bu durum ile hesaplaşmanın kendisi çok güzel ve de komik bir hikaye olabilir, olmuş da.
Üzerine hayatlar inşaat ettiğimiz kimliklerden bir andan sıyrıldığınızı düşündüğünüzde nasıl bir boşluğa düşebileceğinizi görmek istiyorsanız, Jarmusch’un en son filmi Broken Flowers’da başrolü canlandıran Bill Murray’i izlemekten acayip bir keyif alacaksınız. Bill Murray’i her zaman görmeye alıştığımız, hatta en son Sofia Coppola’nın yönettiği Bir Konuşabilse...’de iyice karakteri ile özdeşleşen sıkılgan, alaycı, bitse de bu hayat gitsem hali, Broken Flowers filminde Don Johnston karakterinde tam anlamı ile değerlendiriliyor.
Bir Konuşabilse’de, içinde bulunduğu çıkışsızlıktan aşık olarak sıyrılırken, bu filmde senelerdir zevk aracı olarak gördüğü çapkın Don Juan kimliğinin ve de paranın elde ettiği herşeyin de ona artık zevk vermediğini görüyoruz. Kadınlar bile hayatının muhteşem evinin muhteşem koltuklarından kalkıp güne başlaması için bir sebep teşkil edemiyor onun için. Yaşayan bir ölü, ölmek istemeyen bir canlı.
Hayat ona üzerine geçirebileceği son bir süpriz kimlik sunuyor: daha önce varlığından haberi olmadığı, artık yetişkin bir erkeğin babası olma şansını. Komşu evde oturan, polisiye macera düşkünü mutlu, tatminkar aile babası Winston’ın (Angels of America’nın karakterden karaktere giren Jeffrey Wright’ı) teşviki ile bu kimliğe sahip çıkmaya çalışıyor. Don’un ilginç yol macerası da böyle başlıyor: ismini öğrenemedeğimiz yerlerde eski Don Juan, yeni baba Don’un keşfine çıkıyor. İyi ki koltuğundan kalkıyor dedirten, pembe renginin ve birbirinden ilginç kadın karakterlerin hakim olduğu bu yolculuğa tabi ki yine en tepkisiz kişi Don Johnston.
Geçmişinde büyük aşklar yaşadığını tahmin ettiğimiz kadınların evlerine yaptığı yolculuklarda, hangi kadının çocuğunun annesi olduğunu keşfetme gibi bir misyon olsa da, aslında Don Johnston, hayatına aynı izlediğimiz filmin ihtiyacı olduğu gibi bir hikaye kazandırmaya çalışıyor. İşte Jarmusch’un filme yansıttığı, onu büyük bir ihtimal ile böylesine iyi bir film yazmaya iten soru: hikayesiz yaşayabilir miyiz?
Bu kadar derin bir sorunun hakkından gelmek kolay olmasa gerek, ama Jarmush bu işte o kadar başarılı ki, başarının formülünü bile oluşturuyor diyebiliriz. Hayatı ile ilgili kafasında hiçbir hikaye oluşturamayan, para ve kadın gibi tüm bağımlılıklarından arınmış bir adamın tutunabilecek bir hikaye arayışına yakışacak en güzel film, aynı şekilde kendi hikaye arayışını saniye saniye hissettirecek bir filmdir dedirtiyor. Gerçekten bu açıdan tadına doyulmayacak bir film var karşımızda. Bir film düşünün ki, kamerası, anlatımı, minimalist baş oyuncusu, gizemli kadınları, mekanları, caz müziği, rüya tasvirleri ile her köşesinde gizemin varlığından haber versin, ne var ki her yakaladığınızı düşündüğünüzde, elinizden kayıp gidiversin bu gizem.
Günümüzün birçok özgün filmine damgasını vuruyormuş gibi gözüken felsefi bir sorgulamayı renkli bir hayat oyununa ve keşfe dönüştüren Broken Flowers, kendisini olabildiğince geliştirmeyi başarmış ve yönetmenliği ile tamami ile barışık bir Jim Jarmush’a işaret ediyor. Her filmde görmeye alıştığınız başlayan ve biten hikaye arayışını göremeyeceksiniz bu filmde, ama aklınızı kurcalamaya başlamış ya da başlayacak varoluş sorularının minimalist bir bağımsız film edasında, ne derece tat kazanabileceğini göreceksiniz. Havada asılı kalmanın ya da anda yaşamanın keyfini anlamak isteyenler için Jim Jarmush’un film çekme anını kaçırmayın.