Bu Dalgalar Sürüklemiyor!
Yazar: Serdar KökçeoğluCinayet özgürlük getirir mi? Peki ya kaçmak, uzaklara gitmek? Hayalet Dalgalar'ın uzun saçlı, cool katili patronunun istediği cinayeti gerçekleştirdikten sonra uzaklara gitmek için bir deniz yolculuğuna çıkıyor. Fakat altındaki hayalet dalgalar ona, unutmaya çalıştığı, geride bıraktığını sandığı olayın hayaletlerini geri getiriyor. Last Life In the Universe'ün ilgi çekici yönetmeni Pen-Ek Ratanaruang suç filmlerinde çok sık gördüğümüz bir hikayeyi kendi dünyasına uyarlıyor son filminde.
Hong Kong'da bulunan Bir Tayland lokantasında çalışan sessiz Kyoji'nin patronunun karısıyla gizli bir ilişkisi var. Bu ilişkinin farkına varan patron, Kyoji'den karısını öldürmesini istiyor. Başına geleceklerin farkında olan Kyoji sevgilisini boğarak görevi yerine getiriyor ve patronunun isteği üzerine gemiyle Tayland'a doğru bir yolculuğa çıkıyor. Suç filmlerine özgü cinayet, kaçış ve intikam filmin genelinde karşımıza çıksa da, Pen-Ek Ratanaruang tür sinemasının klişelerinden uzak durmak için elinden geleni yapıyor.
Pen-Ek Ratanaruang'ın filminde baskın olan duygu ise suçluluk. Sevdiği kadını öldürmek zorunda olan Kyoji'nin işlediği cinayetle hesaplaşacağının ipuçlarını gemide almaya başlıyoruz. Zamanla tekinsizlik duygusu öne çıkarak, karakterin psikolojik hesaplaşmasının yerini bir tür korku almaya başlıyor. Üstelik yönetmen burada ilginç bir tercih yaparak tekinsiz atmosferi komedi filmlerini anımsatan sakarlıklarla ve şanssızlıklarla renklendiriyor.
Fakat Hayalet Dalgalar hızlı başlayan bir suç filminden bir psikolojik gerilim filmine geçmeye başladığı anda bazı şeyler de rahatsız etmeye başlıyor. Aslında Kyoji'nin hem gemideki hayalet yolculuğu hem de yeni evindeki gezinmeleri, görüntü yönetmenliğinin büyücüsü Christopher Doyle tarafından öyle güzel çekilmiş ki, tek amacının atmosfer yaratmak olduğunu söyleyen Pen-Ek Ratanaruang'ı alkışlamamak mümkün değil.
Fakat daha derin sulara açılmamıza paralel olarak dalgalar bizi ana karakterin bilinçaltına doğru savurdukça, filmden beklentilerimiz de değişmeye başlıyor. Bu noktada filmin başından beri bildiğimiz ama Doyle'ın çiçek bahçeleri ve beton şehirler arasında dolaşan görüntülerinin ve etkileyici müziğin etkisiyle çok da umursamadığımız bir problem daha fazla göze batmaya başlıyor.
Biz, suçluluk duygusunu hissettiğimiz, tuhaf karşılaşmalarını merakla izlediğimiz Kyoji karakterini yeteri kadar tanıyamadığımızı fark ediyoruz. Öldürmek zorunda olduğu kadını ne kadar çok sevdiğini ise hiç bilmiyoruz. Üstelik Kyoji tuhaf durumlara karşı tepki vermemeyi tercih ederek bizi daha da güç duruma sokuyor.
Aslında şu bir gerçek. Pen-Ek Ratanaruang tam bir atmosfer ustası. Ve Christopher Doyle'ın müthiş gözünü, ışık bilgisini nasıl kullanması gerektiğini çok iyi biliyor. Üstelik görüntülerin altına yerleştirdiği müziğin yardımıyla izleyicinin ritmini ayarlamayı da iyi beceriyor. Filmin duygusunu yaratmak için uzakdoğunun beton şehirlerini de, filmin soğuk kahramanlarını da başarıyla birer hayalete çeviriyor.
Fakat kim ne derse desin, bu hayaletler derinlik istiyor. En azından Kyoji için çok daha derinlikli bir karakter çalışması yapılabilirmiş. Onun otel odasındaki komik durumlarının dahiyane olduğuna şüphe yok. Karaoke delisi bir gangster de gayet cazip. Fakat neden bu karakterler çarpıştığında birinin diğerini yok edeceğine dair bir kaygı duymuyoruz? Veya Kyoji'nin gemide aklını çelen kadın yeniden karşımıza çıktığında neden taşların yerine oturduğunu hissetmiyoruz?
Pen-Ek Ratanaruang'ın görüntü yönetmeni Christopher Doyle ile kurduğu verimli ilişkiyi senaristiyle kuramadığı açık. Keşke müthiş denizleri, egzotik otelleri gösterebildiği gibi ana karakterin iç dünyasını da ortaya koyabilseymiş. Esas amacının atmosfer yaratmak olduğunu söyleyen yönetmen bunu bazı açılardan başarıyor. Ama bu başarıda ilgi çekici öyküsünün ve kaçak karakterinin katkısı çok yok.