Elma Dersem Çık, <br>Armut Dersem Çıkma...
Yazar: Ayşegül KesirliHerhangi bir film vizyona girmeden, etrafta dolaşan söylentilere kulak misafiri olduğumda aklımdan hep aynı cümle geçiyor: sinema yapanların işi gerçekten çok zor. Hele hele belirli bir tarzı olan, başarılı bir yönetmen yeni bir film yapma girişiminde bulunuyor ve önüne seyircilerini sonuna dek tatmin etmek gibi bir hedef koyuyorsa, hayli sancılı bir döneme de adım atıyor diye düşünüyorum çoğu zaman. Çünkü yönetmenin aynı çizgideki bir iki filmine hayran kalmış herhangi bir izleyici, yapacağı her yeni filmi de tamamen aynı tadı almak isteyerek izleyecektir. Belki o filmlerde kendisini bir karakter ile özdeşleştirmiş olacak ve her yeni filmde de o aynı karakteri arayacaktır. Bu beklentileri karşılanmadığı sürece de filmi yönetmenin tarzı olmamakla suçlayacak, beğenmeyecektir. Bununla beraber yönetmen tıpatıp eski çalışmalarına sadık kalan bir film çektiğindeyse bir süre sonra sıkılacak ve yönetmenin kendini tekrar ettiği kanısına varacaktır.
Bana kalırsa Woody Allen Maç Sayısı?nı çekmeye başlamadan önce seyircinin gözünde, bu ikilemin tam ortasında yer alıyordu. Ne çekerse çeksin kimseyi memnun edemeyecek bir durumdaydı sanki. Örneğin ben de birçok kişi gibi Annie Hall ve Manhattan tarzı bir filmin hayalini kurup duruyordum kendi kendime. Fakat biliyorum ki eğer bu isteğim gerçekleşseydi, Woody Allen daha farklı bir filme imza atmış olsaydı neler olurdu sorusu da aklımın bir köşesinde devamlı rahatsız edecekti beni. Maç Sayısı beni bu rahatsızlıktan kurtardı. Hem Woody Allen olan, hem de ondan kilometrelerce uzak olan bir filmle karşı karşıya kaldım. Ve sinema salonunu terk ettiğimde kendimi iyi hissettim. Bu bana yetti.
Dışarıdan bakıldığında sadece şans temalı bir filmmiş gibi görünebilir Maç Sayısı. Fakat filmin esas derdi şansın kendisiyle değil de devreye girdiği alanlarla. Böylelikle film ilk başladığı anda şansı tanımladıktan sonra, şansın üzerlerinde gezindiği karakterler ve bu karakterlerin yaşam alanlarını tanımlamaya girişiyor. Esas karakterlerimizin yoksul ailelerde yetişmiş, parasız genç insanlar olduklarını anlayıp, herkes şanslı doğmuyor dedikten sonra etraflarını saran zengin ve asil İngiliz bir aile ile karşılaşıyoruz. Ve parasız gençlerimizin bu ailenin hayat tarzına sahip olma ve seviye atlama çabalarının farkına varıyoruz. Bununla ilk başta gerek New York'ta geçmemesi gerekse hareketsizliği ve esprisiz diliyle Woody Allen filminden uzak gibi görünen Maç Sayısı, yönetmenin neredeyse takıntı denebilecek bir karakteristiğini içine alıyor, Woody Allen imzasını hissettiriyor.
Daha önceki filmlerinde burjuva sınıfına ait olamayan insanların, kendilerini opera, restoran ve klasik müzik zinciri arasında boğma çalışmalarını son derece mizahi bir dille anlatmayı tercih ediyordu Woody Allen. Karakterlerin düştükleri komik durumlar filmle seyirci arasında sıcak bir iletişim kurulmasına yardımcı oluyordu. Maç Sayısı içinse bunun tam tersi söylenebilir. Film boyunca karakterler, seyirciye karşı mesafeli duruyorlar ve İngilizlere mahsus bir soğuklukla etraflarına yüksek duvarlar örüyorlar. Filmde karakterlerin bu mesafeli duruşları bizlere eski Woody Allen filmlerindeki mizahi yakınlığı özletmeyecek gibi değil.
Bununla beraber ilerleyen dakikalarda filmde gelişen olaylar, bir insanın paraya ve yüksek hayat standardına kavuşmak için nelerden ödün verip, neleri göze alabileceği gerçeğini gözler önüne serdiğinde bu mesafenin, bu soğukluğun nedenini çok iyi anlıyoruz. Woody Allen, senelerce eleştirdiği burjuva rutininin eğlence konusu yapılacak kadar sıcak bir şey olmadığını, değişen dünyada insanların bu rahat hayata kavuşabilmek için nasıl tehlikelerle yüz yüze gelmek isteyebileceğini bu mesafe ile anlatmayı seçiyor belki de diyoruz.
Sıradan bir aşk üçgenini ve aldatma rutinini operavari bir dramatizasyonun içine oturtmakta da son derece başarılı Woody Allen. Hikayenin başını sonuna bağlayışı, esas anlatmak istediğini filmin genel teması olan şans ile bağdaştırışı, bir düzlemde kaybetmek anlamına gelenin başkasında kazanca götürebileceğini görselleştirişiyle kamerasının ve kaleminin kuvvetini kanıtlıyor.
Jonathan Rhys Meyers, tabloları andıran yüzü ile Allen'ın opera kurgusuna yardımcı oluyor olsa da oyunculuk performansı ile yeterince tatmin edici gözükmüyor. Scarlett Johansson ve Emily Mortimer ise tutkulu sevgili ve evine bağlı eş rollerinde hem görünüşleri hem de oyunculukları ile muhteşem bir tezat oluşturuyorlar.
Maç Sayısı, Woody Allen'ın ne kendisini tekrar ettiği, ne de tamamen farklı bir iş çıkarıp, herkesi şaşırttığı bir film bana göre. Tamamen eski çalışmaları ile iletişim halinde. Kendi burjuva eleştirilerine eleştiri niteliğinde olması ile belki de uzaktan bakıldığında anlaşılamayacak kadar da kişisel bir film. Giriş, gelişme, sonuç bölümlerinde yaşananlarla insanı iyi hissettirdiği söylenemez belki, ama sinema salonunu dopdolu terk etmiş olmanın içsel tatminiyle iyi hissettiren bir film.