Ian McKellan’ın Sesinden <br>Fantastik Bir Yolculuk
Yazar: Ayşegül KesirliFantastik romanlarda anlatılan dünyaların, insanı içine çeken garip bir cazibesi var. Bu öyle bir cazibe ki, fantastik bir romandan çok etkilendiğinizde, o kitapta anlatılan ülke ile aranızdaki ilişkinin sadece zihinsel düzeyde kalmasından şikayet eder hale gelebiliyorsunuz. Kendinizi sadece gözlerinizi kapattığız zaman o diyarda bulmak yetersizleşiyor. Eğer okuduğunuz fantastik dünya ile aranızdaki bağ gerçekten kuvvetliyse artık gündelik hayatınızda fiziksel olarak da o düşsel alemin içinde bulunmak, o diyarı eviniz bellemek istiyorsunuz. Aklıselim bir okuyucu bir süre sonra hayalindeki ülkeye fiziki ziyaretler yapmanın imkansızlığının farkına varıp, bu imkansızlığın yarattığı iç geçirme duygusuyla yaşamayı öğrenebilir.
Kimi okuyucularsa çocukların kolaylıkla yapabildiği gibi gözlerine bir perde çekip, gerçeklik algısını tamamen değiştirerek zamanla kendisini o dünyanın içinde bulmaya başlarlar.
Ian McKellen’ın masalımsı sesi ve Philip Glass’ın etkili müziğiyle açılan Hiç Olmadı hayalindeki fantastik dünyaya fiziksel ziyaretler düzenleyemeyen okurları derinden acıtacak bir film. Çünkü Ian McKellen’ın canlandırdığı Gabriel karakteri, film boyunca sizin de içine sürüklenmek isteyeceğiniz fantastik bir dünyanın onun için olan öneminden, evinden koparılmış olmanın onu nasıl incittiğinden bahsediyor.
Gitmek istedikleri fantastik dünyanın özlemini çeken izleyicilerin kendilerini Gabriel karakteri ile bir tutmaları ve onun fantastik dünyasından koparıldığında hissettiği acıyı film boyunca kendi içlerinde yoğun olarak hissetmeleri çok olası. Bu hissin böylesine yoğun hissedilmesinde Ian McKellen’ın oyun gücünün payı büyük. Film boyunca neredeyse her sahnede bakışlarıyla konuşan, ses tonunu sahnenin atmosferine göre ayarlamayı oldukça iyi bilen Ian McKellen, Gabriel karakterini sempatik ve çocuksu bir kişiye dönüştürmenin yanı sıra, onun Gandalf-vari bir erdeme kavuşmasını da sağlıyor.
Aslına bakarsanız, Hiç Olmadı’nın odak noktasındaki hikaye tam olarak Gabriel’in öyküsü değil. Film, zihninde babası ile ilgili travmatik anılar barındıran psikiyatr Zach Riley’in kendi kendisini tedavi etme sürecini konu alıyor esasında.
Bu ana öyküyü besleyen yan öykülerin her biri, Zach Riley’nin kendisini iyileştirme süreci ile öyle sıkı fıkı bir ilişki içindeler ki, filmin birden çok hikayeyi bir araya getirirken yarattığı bütünlük duygusuna hayran olmamak elde değil. Geriye dönüşlerle geçmişi hatırlayan Zach’in aklından geçenler gözler önüne serilirken sahneyi kaplayan ışık ve renk oyunları ise filmin zaman zaman korkutucu, üzücü bir masala benzeyen havasını başarıyla destekler nitelikte.
Bunun haricinde açılış sahnesindeki rengarenk çizimler ile izleyiciyi anında etkilemeyi başaran Hiç Olmadı, set tasarımları ve hikaye süresince dikkat çeken birçok küçük ayrıntı ile sanat departmanının kuvvetini hemen fark ettiriyor. Özellikle filmin ilerleyen sahnelerinde karşımıza çıkan T.L. Pierson ve Gabriel’in günlükleri, öyle büyüleyici tasarlanmışlar ki, bu günlüklerdeki çizimlerin ve kolajların dizaynı sayesinde karakterlerin iç dünyalarının bizim gerçekliğimizden uzaklığı derinden hissediliyor.
Bütün bunlar bir yana Hiç Olmadı, birçok yönden Terry Gilliam’ın çok sevilen filmi Balıkçı Kral’ı hatırlatan bir yapım. Gabriel karakterinde zaman zaman Robin Williams’ın canlandırdığı Parry karakterinin izlerini hissetmek mümkün.
Fakat bu iki filmi birbirinden çok önemli bir sınır ayırıyor. İlk izlediğim zaman çok etkilendiğim Balıkçı Kral’a bugün dönüp baktığımda, filmdeki karakterlerin Parry’yi kendi gerçekliğinden koparıp bizim elle tutulur gerçekliğimize hapsetmek için anlamsız bir çaba sarf ettiklerini fark ediyorum ve bugün bu sarf edilen çaba beni filmden soğutacak kadar rahatsız ediyor denebilir. Hiç Olmadı’nın beni kendisine çeken en güzel tarafı, içerisinde böyle bir normalleştirme çabasının olmaması sanırım; hayal dünyasının sınırlarını çizmemesi, herkesi kendi mutlu olduğu gerçekliğin sınırsızlığı içinde bırakması.
Hiç Olmadı’nın sade ve içten gidişatını bozan tek bölüm, Zach ve Maggie arasında yaşanan ne idüğü belirsiz ilişki belki de. Bu ilişkinin, hikayenin sonlarına doğru filmi ucuzlaştırabilecek kadar yavan bir hal aldığını bile söylenebilirim. Film boyunca suratındaki şaşkın ifadeyi yüzünden bir türlü silemeyen Brittany Murphy’nin, Ian McKellen, Nick Nolte ve Jessica Lange gibi kuvvetli oyuncular arasında zayıf kalan performansı, bu durumun en olası sebebi. Şükür ki, filmin büyük bir kısmında görsellik öyle etkileyici, hikaye öyle çekici ki, öykünün içindeki bu gereksiz parça insanın dikkatini dağıtmayı başaramıyor. Gösterilen son beş dakikanın filmden şiddetle atılmasını diliyor olsam da, Hiç Olmadı benim son zamanlarda izleyip en çok etkilendiğim filmlerden biri.